24 Nisan 2011 Pazar

"spam" - "sperm" çok farkı yok, sızdı mı çoğalır.

"spam" - "sperm" çok farkı yok, sızdı mı çoğalır.

Answer here

18 Eylül 2010 Cumartesi

Gecenin Sakladığı Çocuklar

Dere diye kenarına gittikleri yerin, kasabanın üst tarafında kurulu olan fabrikanın atık su kanalı olduğunu asla öğrenemeyecek çocuklardı onlar. Çünkü bu çocukları zaman değil gece yaşatırdı ve asla o yaşa gelmezlerdi. Çünkü yaşamıyordu bu çocuklar. Büyümeyen çocuk olmak her zaman zordur. Ölü için zaman geçmez. Karın ağrısı da çekmezlerdi bu çocuklar. Ölüler ağrı hissetmezdi çünkü. Hala aynı dere kenarına gider, hala aynı kanalın suyuna işerlerdi. Akılları sıra temiz suya işediklerini sanırlardı halbuki onların sidiği o suyun yanında içilebilirdi bile. Şu sıralar yaptıkları tek kötülük buydu. Geceleri kasabanın sokaklarında koşturup gülüşseler ne kadar korkutucu olacağının farkında değillerdi. Ne kadar da zevkli olurdu kim bilir? Bilmediler, öğrenemeyeceklerdi.

Çocuklardan bir tanesi hep saat kulesine tırmanıp aşağı doğru bağırmak istiyordu. Fakat saat kulesi kasabanın biraz dışındaydı. Asla oraya gidecek yolu öğrenemeyeceklerdi. Çocuktular en nihayetinde. Ailelerinden gizli sigara içecek yaşta bile değillerdi. Bir iki tanesi okul çağındaydı ancak onlarda okul başlamadan ölmüşlerdi. Öylece ortalarda dolanır olmuşlardı bu yüzden. Aslında akıllarından bir şey geçirseler hemen olurdu. Tabi haberleri olmadıkları için hiç bunu düşünemediler. Oysa dünyanın tamamı ölü çocuktan korkar ve insan korkunca komik görünür ki ölü ve çocuksanız bu durumun komedisini bir kaç binle çarpın! Bu çocukların her biri çatlayana kadar gülerdi. Ama hiç başlarına gelmeyecekti. Çünkü bu çocuklar kötüyü görmeden öldüler.

Haylazlıkları bile birbirilerine karşıydı. Bir ara yaşı diğerlerine göre büyük olan, kimsede bisiklet olmadığını fark ettiğinde ortalık epey karışmıştı. Nedense çoğunda olmasına rağmen hiç biri alıp binmeyi akıl etmiyordu. Bir hücumla çocuklar, evlerine koştular ama hiç biri evinin yolunu bulamadı. Sadece koştular. Her kaldırımı bitirip, her köşeyi döndüler. Üşenmediler. Çocuktu çünkü onlar ve üşenmezlerdi. Üşenmek büyüklere göre bir şeydir. Sonra her biri aynı yolu geri koştu. Buluştuklarında hiç biri nereye gittiğini hatırlamıyordu. Sadece birbirilerine bakıp güldüler.

Çocuktular ve sadece gece onları saklardı. Hala çocuklar ve sadece gece onları sakınır. Büyümediler. Çünkü ölüler büyümezler. Çünkü çocukken ölenler de büyümezler. Onlar çocukturlar. Bu kasabanın çocuklarıdır. Aklınızın saat kulesine giden yolu iyice bir kolaçan edin. Belki de yol üstünde ölmüş ama neşesini kaybetmemiş bir çocuğa rastlarsınız. El ele tutuşup o ince uzun yokuşu çıktıktan sonra zemberek dairesinden kasabaya bakar ve diğer çocuklara el sallarsınız.

B.

17 Ağustos 2010 Salı

DENGE

“Can hali delilik halidir. Ortada savunulacak bir dirilik varsa bu ancak delirmekle müm-kündür. Öyle ki akıl, cana kast edildiğinde bir an için, içine düştüğü yanılsama halinden kur-tulur ve hakikate şahit olur. Firavunu hatırla. Kızıl denizin bulanık suları onun canına kast ettiğinde “senin rabbine bende inandım ya Musa!” diye bağırmadı mı? O Yusuf’un kar-deşleri değil mi açlık can özlerini kuruttuğunda deliliklerinden kurtulup yine Yusuf’un kapısına düşe? Can hakikatini örten akıl bir delilik yaratır. Ne zaman ki can aklın önüne geçer ancak o zaman delilik yerini şahitliğe ve ber-raklığa bırakır.”


I

Gözlerindeki korkuyu göstermemek için sürekli önüne bakı-yordu. Ara sıra karşısındaki duvara düşen gölgelere gözü takılsa da korku bütün bedenini öyle bir sarsıyordu ki gözlerini derhal ayak parmaklarına çeviriyordu. Koridordan gelen yankılı sesleri dinliyordu bir yandan. Oda da yalnız olduğunu biliyordu fakat demir kapının mazgalından içeriye sızan ışık ve sürekli kapının ardında onu gözle-yen gözcünün dikkati onun üzerindeydi. Hâlbuki böyle odaların du-varlarının beyaz olduğunu sanırdı. Demek ki insan hiçbir zaman düşmeyeceğini bildiği için rahatlıkla hayal edebiliyordu. Belli ki hayal ederken de biraz torpil geçiyordu. Beyaz duvarlar, güzel bir yatak, komedin hatta belki oturup bir iki satır yazmak için bir masa ve sandalye. Tastamam bir otelin hayalini kurmuş olduğunu fark etti. Belki orayı görmemiş olanlar için akıl hastanesi bir otel izlenimi yaratabilirdi ancak onun için şuan cehennemin tam orta yeriydi.
Gece uzun olacaktı. İlk gece olmasından kaynaklandığı ko-nusunda tombul parmaklı hemşire oldukça ikna edici bir konuşma yaptıysa da o hiç ikna olmamıştı. Bütün gecelerin en az bu gece ka-dar uzun olacağından adı gibi emindi. Üstelik akşamüstü getirilmişti buraya ve bahçe saati geçmişti. Geçerken orta kısımdaki büyük sa-londa da kimseyi görmemişti. Sadece hemşirenin odasındayken pen-cereden bahçedeki görüş alanında iki üç kişi görmüştü ama onların hasta olup olmadıklarını anlayamamıştı. Şimdi bu gecenin kör vak-tinde koridordan gelen tuhaf çığlıklar eşliğinde arkasını küçük maz-gallı demir kapıya dönmüş ve gözlerini ayak parmaklarına dikmişti. Dışarıdan kesinlikle deli gibi göründüğüne emindi. Hoş akıl hastane-sindeydi ya, o kısmı tekrar düşünmek istemedi.
Girdiği odanın belli bölümlerini göremiyordu. Çünkü hasta bakıcılar onu cezalandırmak için ışığı yakmamıştı. Her ne kadar ilk getirildiğinde oldukça sakin olsa da doktorun odasından çıkıp tecrit-lerin olduğu koridora girdiği anda feryadı koparmış ve can havliyle kaçmaya çalışmıştı. İki iri yarı hasta bakıcıda onu kollarından kavra-dıkları gibi odaya tıkmış kapıyı da üzerine kilitlemişlerdi. Bir süre içeride feryat ettikten sonra sesi kesildiğinde bir hastabakıcı gelmiş ve ışıkları yakmayacağını, bir daha da böyle taşkınlık yapmaması gerektiğini söylemişti.
Gacırdayan yatağın üzerinde hafifçe ileri geri sallanmaya başladı. Çıkardığı taşkınlığın nedenini düşünüyordu. Çünkü bir sani-yesini bile hatırlamıyordu. Elbette yaptığı her şeyi hatırlıyordu fakat hangi duygudan yola çıkarak öyle bir taşkınlığa başvurduğunu bir türlü hatırlayamıyordu. Korku olsa gerek diye düşündü. Ama şimdi de korkuyordu. Şimdi neden öyle bir kuvvet hissetmiyordu. Korku-dan dizleri titriyordu. İşte yine takılıp kalmıştı aklı. Sürekli o nedeni düşünecekti. Bunu günlerce sürdürebilirdi. Bir konunun etrafında günlerce düşünebilirdi. Hatta bazen sanki hiç düşünmemiş gibi bir süre sonra tekrar aynı düşünceleri tam da aynı sırayla yeniden düşü-nürdü. Deliliğinin buradan geldiğine emin gibiydi. Deli olduğunun farkındaydı. O kadar farkındaydı ki deliliğini tamamen kendisinin uydurduğuna inandığı için asıl bunu uyduran deliliğini göremiyor, dolayısıyla akıllı olduğunu varsayan çoğunluğun önünde deli duru-muna düşüyordu. Sonuçta deliydi. Birinin canını korumak için bir anlığına deliliğinden kurtulmuş gözünün önünde dönen her şeyin gerçekliğine tanık olmuştu. Elbette bu onu suçluların en beteri haline getirmişti. Çünkü artık hakikati görmüş biriydi. Tanrının ya da do-ğanın adaletinde tanık sandalyesinde oturması gerekirken, akıllıların düzeninde idam mangasının önünde yürüyordu.

II

Burcu çenesinin ve kol bileğinin ağrısını aynı anda duyumsa-yarak uyandı. Olduğu yerde irkilerek bir an doğrulup etrafına baktı. Sonra önündeki sarmal bulmacayı gördü. Çözmeye hep iç kısmından başlardı. Yine öyle yapmıştı fakat birkaç sorunun sonunda elini yumruk şeklinde koyduğu çenesinde uyuya kalmıştı. Ne kadardır uyuduğunu düşündü. Sonra da kolundaki ve yüzündeki ağrıyla doğru orantılı olarak epeyce olmuş diye karar verdi. Tam karşısında ki büyük, gösterişsiz duvar saatine baktı. Gece yarısını geçeli iki saat olmuştu. Sonra oturduğu bankonun arkasından kalktı. İyice bir gerin-dikten sonra bankonun ön tarafına geçti.
Geceleri yoğun bakımı sevmiyordu. Gündüz nöbetleri her yönüyle daha iyiydi onun için. Birincisi sıkılmıyordu, ikincisi de bir terslik olduğunda çevrede bir sürü doktor ve hemşire bulunabiliyor-du. Gece nöbetlerindeyse yalnızca kendi vardı. Acil bir şey olduğun-da nöbetçi doktoru arıyordu. Doktor da genelde ya acil serviste takı-lıyordu ya da doktor odasında uyuyordu.
Hemşireliğe başlangıcının ikinci yılında; o zamanlar çalıştığı hematoloji kliniğinde kat başhemşiresi, ona yoğun bakıma geçmesini tavsiye etmişti. Birkaç ay sonra da Burcu kendi rızasıyla yoğum ba-kım servisinde çalışmak istediğini ve o alanda uzmanlaşmak istedi-ğini belirten bir dilekçeyle hastane yönetimine başvurdu. Çok geç-meden de Burcu’yu yoğun bakım servisine aldılar. İlk yılında sadece gündüz nöbetlerinde tecrübeli hemşirelere yardımcı oldu. Ardından yine kendisine gündüz nöbeti verdiler. Kendisi gibi üç hemşireyle mesai saatinin tamamını yoğun bakımdaki hastalarla ilgilenerek ge-çiriyordu. Daha sonra da işte o hiç sevmediği gece nöbetleri başladı. Üstelik son dönemlerde gece nöbetleri iyice sıklaşmıştı. Çünkü yo-ğun bakım servisinde yeteri kadar tecrübeli hemşire olmadığından Burcu gün aşırı nöbete kalmak zorunda kalıyordu. Hatta hafta dö-nümlerinde yirmi dört saat çalışıyordu.
Burcu elindeki kalemi bankoya bıraktı. Sonra yavaş adımlarla serviste yürümeye başladı. Oldukça büyük bir alanda yataklar sıralı bir şekilde sağa sola yerleştirilmişti. Her yatağın üstünde sürekli öten ve hastanın yaşamsal fonksiyonlarını gösteren büyük monitörler vardı. Banko bu sıralı yatakların tam ortasına denk geliyordu. Ünitenin yarısı boş olduğundan ışıkların bir kısmı sönüktü. Bu servise daha da kasvetli bir hava kazandırıyordu. Üstelik soğuktu da. Burcu yatakların oluşturduğu koridorda servisin sonuna kadar gitti. Nihayet o hiç girmek istemediği karantina yatağının önüne gelmişti.
Buraya karantina yatağı diyorlardı çünkü etrafı kalın bir mu-şambayla kaplıydı. Genelde enfeksiyon kapma riski olan hastaları koydukları bir yerdi burası ve görüntüsü Burcu’yu tedirgin etmeye yetiyordu. Çoğunlukla boş olurdu fakat şuan doluydu.
Yatakta Muzaffer isminde akciğer kanserli bir hasta yatıyor-du. Altmışlarındaydı. Daha önce üç kez ameliyat olmuş fakat ciğer-lerindeki tümörler üremeye devam etmişti. Son ameliyatı çok zorlu geçmişti. Enkaz halindeydi. Şef doktor ilk getirdikleri gece, geceyi zor çıkaracağını söylemişti. Sabaha herkes ölümünü beklerken Mu-zaffer dayanmıştı. Şimdi dördüncü gecesiydi ve hala hayattaydı. Kontrollerde durumunda bir iyileşme olmasa da Muzaffer hayatta kalmaya devam ediyordu.
Muzaffer’in Burcu’yu korkudan bir görüntüsü vardı. Ona in-ternette dolaşan Afrikalı aç çocukların fotoğraflarını hatırlatıyordu. Oldukça zayıf ve küçücük kalmış bir beden ve vücuduna oranla daha büyük, kel, benekli bir kafa. Ayrıca herhangi bir şeyden enfeksiyon kapmaması için Muzaffer çıplak yatırılıyordu ve bütün yaraları göz önündeydi. Yara izi Burcu’yu pek etkilemezdi fakat nedense Muzaf-fer’in görüntüsünden ürküyordu. Bu kesinlikle bir iğrenme değildi. Basbayağı korkuyordu.
Burcu dış muşambanın kenarına asılı ince maskelerden birin alıp ağzına taktı. Muşambayı fermuarından açarak çevik bir hareketle içeri girdi. Yatağının başına giderek morfin durumunu kontrol etti. Muzaffer’i ağrılarından uzaklaştırmak için sürekli morfin takviyesi yapılıyordu. Bu da seruma benzer bir düzenekle doğrudan kanına verilerek yapılıyordu. Burcu gece boyunca arada gelip morfinin du-rumunu kontrol ediyordu. Bittiğinde yenisini takıyordu. Ancak şuan öyle bir şeye gereksinim yoktu çünkü morfin şişesinin yarısı doluydu.
Burcu kısa bir süre Muzaffer’e baktı. Ardından solunum ci-hazının inip çıkan pompasına dikti gözlerini. Aslında onu bu zor durumdan kurtarmak ne kadar da kolaydı. Altı üstü bir fiş ve takılı olduğu priz. Kesinlikle fişi çekmeyi düşünmedi. Bunu düşünmemiş olmasının nedenini bile düşünmeyecekti sonraları fakat bunun yerine tanrıyı düşündü. Nasılda diri tutuyordu bunca insanı. Üstelik ortada ne fiş vardı ne de priz. Bir an için elini kabine götürüp yüreğini his-setmek istedi ancak sonra bunun aşırı tepki vermek olduğunu düşü-nüp vazgeçti.
Hemen toparlanıp odadan çıktı. Ağzından maskeyi çıkarıp muşambanın önündeki küçük çöp kovasına bıraktı. Sonra muşamba-nın fermuarını çekerken can yakan bir inleme duydu. Öyle bir inleme ki Burcu’nun bugüne kadar hiç duymadığı cinsten. Halbuki ne kadar da çok inleme duymuştu. Bu hiç birine benzemiyordu. İlk sesi duyduğu anda karnının orta yerinden bir şey fırlayıp gırtlağını dü-ğümledi. O güne kadar hiç o güçlü bir ağlama isteği bu kadar çabuk bir şekilde gelmemişti. Gözleri doldu. Ağlayamıyordu. Çünkü o ka-dar çok ağlamak istiyordu ki ağlayamıyordu. Nasıl ki bir huninin ağzına bir şeyleri birden devirirsiniz ve tıkanır. İçindeki ağlama isteği de aynen öyle tıkanmıştı. Elleri titreyerek muşambanın fermuarını açtı. Maskesini takmayı unutarak kafasını hafifçe içeri soktu. Mas-kenin bulanık görüntüsü geçtikten sonra yatağında gözlerini ve dişle-rini sıkmış şekilde yatan Muzaffer’i gördü. Uyanmıştı. Burcu, şaşkın gözlerle Muzaffer’e baktığı sırada Muzaffer aynı şiddette ve ürkütü-cülükte bir çığlık daha kopardı.

III

Burnuna gelen kokuyu yeni fark ediyordu. Bir anda kusacak gibi oldu. Hayatında bu kadar iğrenç bir koku almamıştı. Bu ne sidik kokusuna benziyordu ne de başka bir şeye. İlaç belki ama ilaç koku-larının çoğunu bilirdi. Bu bambaşka bir şeydi. Sonra belki de bulun-duğu şartlardan dolayı öyle hissettiğini düşündü. Çünkü karanlıkta oturuyordu ve akıl hastanesindeydi. Sonuçta dışarıda kötü olan bura-da milyonlarca kat daha kötüdür.
Kokunun nereden geldiğini anlayabilmek için şöyle göz ucuyla etrafına bakındı. Karanlığın görebildiği kadarında bu kokuya neden olabilecek bir şeye rastlamadı gözleri. Aslında oturduğu pas-lanmış yatak dışında neredeyse hiçbir şeye rastlamadı. Ama dayanı-lacak gibi değildi koku. Yine öfkesinin tırmandığını hissediyordu. Engel olamıyordu kendine. Ellerini sertçe yatağın kenar demirlerine koydu. Avuç içleri acımıştı. Fakat o an acının öfkesine karşı koydu-ğunu fark etti. Bir süre duraksadıktan sonra hızla ellerini kaldırıp sertçe yatağın demirine vurmaya başladı. Her seferinde daha sert, daha güçlü vurdu. Elini her indirdiğinde bir şangırtı çıkıyor, yatak taş zeminde gacırdayarak küçük küçük kayıyordu. Sonra hızla kafasını demir kapıya çevirdi. Gözleri kanlanmış ve öfke dolu bakıyordu. Yerinden kalkıp çevik bir hareketle yatağı önünden çekti. Hızlı adımlarla kapıya gidip kanlı elleriyle kapıyı tokatlamaya başladı. Ardından kontrolsüzce bağırmaya başladı. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyordu. Sanki ağzını açmak istemiyordu ama yine de bağırı-yordu. Sesi homurtulara karışmış çığlıklar gibi kararsız bir şekilde çıkıyordu. Hiç acı hissetmiyordu artık ancak kapıyı tokatlamaktan da kendini alamıyordu.
Nihayet iki görevli koridorun kapısını şangırtılarla açtılar ve koşarak kapının önüne geldiler. Bir tanesi hızla kapıyı açmaya çalı-şırken diğeri mazgalın alt kısmında bir enjektöre sakinleştirici çek-meye çalışıyordu. Sonra kapı açıldı ve hızla içeri girdiler.

IV

Burcu çocukluğundan beri yalnız olmayı sevmişti. Şehre gel-diğinde de hastanedeki hemşirelerin birçoğu onunla aynı eve çıkmak istediyse de o hep yalnız olmayı tercih etti. Zaten erkeklerle de arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Güzel olmasına güzeldi ama yetmediğini kendisi de çok iyi biliyordu. Hastanede bile çok arkadaşı yoktu. Ge-nelde vardiyasında ki hemşirelerle vakit geçirirdi. Uyumlu biri ve çekingen biri olduğu için insanlar onu severdi ama yine de arkadaş edinmekte başarılı sayılmazdı. O nedenle kendiyle bol vakit geçirirdi. Hatta kafasında sürekli konuşup zaman zaman hoş sohbetler ettiği bir arkadaşı bile vardı. Ancak şimdi durum biraz farklıydı. Hayatı boyunca hiç bu kadar konuşmaya ihtiyaç duymamıştı. Yaşadığı son birkaç saat onu iyiden iyiye yıpratmıştı.
Bankosunda oturuyordu. Muzaffer’in çığlıkları her geçen saat sıklaşıyor ve daha da yaralayıcı oluyordu. Tahammül edemediğini hissediyordu. Çünkü Muzaffer’in ciğerlerinden kopan her çığlık Burcu’nun önce aklına sonra da kalbine saplanıyordu. Tam da böyle bir çığlığın ardından Burcu telefonu kaldırıp acil servisteki nöbetçi doktoru aradı. Doktor bir saat önce verdiği cevabın aynını vererek Burcu’yu başından savdı. Nasılsa ölecek diye düşündü Burcu. Kimse umursamıyor. Halbuki o çığlıkları duyan kendisiydi. Doktorun söy-lediği gibi Muzaffer’in morfinini bir doz daha arttırmak için yerinden kalktı. Servis şuan ona daha da bir kasvetli görünüyordu. Yatakların yanından geçerken Allahtan kendinde olan hasta yok diye şükretti. Diğer yandan bu durum onu biraz da üzdü. Evet yalnızlığı seviyordu ama aklındaki yalnızlık böyle bir yalnızlık değildi. Yavaş adımlarla Muzafferin yattığı muşambayla çevrili yatağa doğru yürüdü. Bu kez maske takmayı unutmamalıydı. Çünkü son iki seferdir odaya her girişinde acele ettiği ve oradan bir an önce kaçmak istediği için unutmuştu. Her adımını biraz daha yavaş atıyordu. Elleri titriyordu.
Muşambanın önüne geldiğinde elini maskelere götüreceği sı-rada birden Muzaffer’in artık çığlık atmadığını fark etti. İrkildi. Ne kadar süredir çığlık atmıyordu acaba Muzaffer? Çünkü bu sessizlik ona çok tanıdık gelmişti. Belki de ölmüştü. Biran için acaba sesleri kendi uyduruyor olabilir mi diye düşündü. Olur mu canım öyle şey doktor da gelip bakmıştı. Morfinini arttırmıştı. Sonrasında da biraz sakinleşmişti sanki Muzaffer. Tekrar ne zaman çığlık atmaya başla-dığını bir türlü hatırlayamadı. Kısa bir süre bekledi. Gerçekten de muzafferin çığlıkları kesilmişti. Yine de girip bakmalıydı. Ölmüşse bile yapılacak bir sürü iş vardı.
Yavaşça muşambanın fermuarını açtı. Tam içeri gireceği sı-rada maskeyi hatırladı. Elini uzatıp tek eliyle maskeyi aldı ve usta-lıkla tek elini kullanarak yüzüne taktı.
Muzaffer öylece uzanmıştı. Baygın gibiydi. Monitörlerdeki değerler ise normaldi. Yani Muzaffer’in normaline göre normaldi. Burcu derin bir nefes aldı. Yavaş adımlarla yeniden Muzaffer’in yanı başına kadar gelerek morfinini kontrol etti. Tam döneceği sırada Muzaffer kıpırdanır gibi oldu. Burcu irkilerek gözlerini ona dikti. Muzaffer gözleri kapalı sol tarafına doğru dönmüştü. Burcu, Muzaf-fer’in kolunun altında serum borusunun sıkıştığını fark etti. Sonunda Muzaffer’e dokunmak zorunda kalacağından korkuyordu. Ama bu durumda yapılacak pek bir şey yoktu. Diğer yandan bu durum Bur-cu’nun delirmediğinin sağlaması gibiydi. Çünkü Muzaffer inlerken olduğu yerde dönmüş ve boruyu sıkıştırmıştı. Dolayısıyla Muzaffer inlemişti. Yine de içindeki korkuya dur diyemiyordu. Yavaşça elini muzafferin koluna uzattı. Diğer eliyle boruyu tuttu. Muzafferin ko-lunu nazikçe kavradı. Hafifçe kaldırdıktan sonra boruyu kolunun altından kurtardı. Aynı nezaketle kolunu yerine bırakacağı sırada Muzaffer aniden sıçradı ve diğer eliyle Burcu’nun kendi kolunu tu-tan kolunu yakaladı.
“Allah’ını seviyorsan fişi çek, dayanamıyorum”.

V

Sakinleştirici iğneyi yedikten sonra biraz altına kaçırmıştı. Daha sonraları ilk aldığı sidik kokusunun da kendisinden geldiğini söyleyecekti hemşireler ama inanmayacaktı. Buna hakkı da vardı. Deliydi. Deliliğin insana öyle bir özgürlük verdiğini söylerler. Neye istiyorsan ona inanırsın. Çünkü gerçeklik artık senin için geçerli de-ğildir. İleride Bunun üzerine düşündüğünde şöyle bir sonuca vara-caktı. İnsanlar sahte bir gerçekliğe inandırılıyorsa ve gerçekten kendi kadar habersizlerse o zaman onlarda delidir. Ama kendisi deliliğin rahatlığını kullanacak değildi. Düşünmeyi seviyordu. Elbette ilk za-manlar zor olacaktı. Çünkü hatırı sayılır miktarda uyuşturucu vere-ceklerdi bünyesine ama o yine de düşünmekten vazgeçmeyecekti. Başka yapacağı ne vardı sanki?
Müdahale odasından çıkardıklarında ayakta zor duruyordu. Bir anda aklı nasılda karışmıştı. El ve ayak bileklerinde ince bir sızı vardı. Ellerinin içini saymıyordu çünkü onun nedeni biliyordu ama bilekleri neden sızlıyordu ki?
Kaldığı odaya gittiğinde ışık yanıyordu. Artık verdikleri sa-kinleştiricinin etkisinden mi yoksa aydınlıkta farklı mı görünüyordu tam anlayamamıştı ama oda çokta kötü değildi. Bazen uydurduğunu bildiği için üzerinde çok durmadı. Sonuçta koşullar kötüydü diye geçirdi içinden. Yatağına yattığında yatak gerçekten gıcırdıyordu. Gülümsedi. Normal şartlarda orada ne kadar kalacağını sorgulardı fakat şuan verdikleri sakinleştirici onu öylesine gevşetmişti ki, sadece çatlak kireç boyalı tavana bakarak uyumak istedi. Ertesi sabah kalktığında sadece koridordaki demir kapının kapandığını hatırlaya-caktı. Bir de iyi bir uyku çektiğini.

VI

Burcu öylesine büyük bir korku yaşamıştı ki biran için dizle-rinin tutmadığını hissetti. Başının en tepe noktasındaki saç telinden ayak tırnaklarına kadar titredi. Korkuyla Muzaffer’in yüzüne bakı-yordu. İçinin titremesinden ne ağzını açacak hali varda ne de kolunu kurtaracak. Bu sırada Muzaffer öncekilerinden çok daha beter bir inleme kopardı. Artık Burcu’nun gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Aklın bomboştu. Kolları ve bacakları kaskatı kesilmişti. Muzaffer ani bir hareketle kızın kolunu bıraktı. Kendini yatağa bastırarak sırtındaki ağrıyı hafifletmeye çalışıyordu. Tekrar, biraz daha zayıf bir çığlık atarak gevşedi. Ardından konuşmaya başladı.
“Bütün günahı benim kızım. Allah sana divanında sorarsa amca beni zorladı dersin. O her şeyi görür ya, sen yine de söylersin. Kurtar beni. Dayanamıyorum artık.”
Ardından nefesi kesildi. Bir süre baygınmış gibi olduğu yerde gözlerini kapattı. Ardından yavaşça gözlerini açıp Burcu’nun gözle-rini aradı. Kız gözlerini Muzaffer’e dikmiş gürül gürül yaş akıtıyordu. Sonunda bacaklarını hissedebildi. Derhal bir adım geri attı. Ama hala cevap verecek takati yoktu. Hoş ne diyeceğini de bilmiyordu ya neyse.
Şaşkınlığı bir hezeyana dönüşüyordu. Aklını hissedebildiği anda bazı sesler duymaya başladı. Tanıdık sesler. Sanki bir tartışma-nın tam ortasındalar gibi. Burcu’nun fişi çekip çekmeyeceğini tartı-şıyorlardı. Birileri bu işin kanlı biteceğine kesin gözüyle bakıyordu. Kimisi kızın doğasını tartışıyordu. Kimiyse tamamen çekmesi gerek-tiğini savunuyordu. Burcu güç bela ellerini başına götürdü. Ellerini kafatasından içeri sokup bu konuşmaları yaratan beynini avuçlarının arasında parçalamak istiyordu. Bir adım daha geri sekti. Başı dönü-yordu. Aklını hissediyordu ama düşünemiyordu. Kontrolünü kay-betmişti. Sonra Muzaffer’e arkasını döndü. Başını öne eğdi. Bu dav-ranışları istemsiz yapıyordu. Belli ki aklı kendini korumak için çır-pınıyordu. Böyle bir korku, peki ya Muzafferin arzusu?
Tam o anda fark etti Muzaffer’in ne istediğini. İrkilerek tekrar yaşlı adama döndü. Artık gözlerini germiş soran gözlerle yaşlı adama bakıyordu. O an burnuna iğrenç bir koku geldi. Tarifsiz bir kokuydu bu. Onu asıl korkutan iğrençliği bir yana ona tanıdık geliyor olmasıydı. Nasıl bu derece tiksindirici bir kokuyla muhatap olmuş olabilirdi? Midesi ağzına geldi. Tuttu kendini.
Adam kızın sorgu dolu bakışlarını acıları arasından fark etti. Elini güçlükle kaldırarak kıza doğru uzattı.
“Bak bu elde can kalmış mı? Ben mezara girmişim kızım, altı üstü üzerime biraz toprak atacaksın”.
Her kelimenin sonunda cazırdayarak öksürüyor, her öksürük-ten sonrada inliyordu.
Burcu hızlı bir hareketle yanaklarındaki yaşları sildi. Davra-nışları büsbütün değişmişti. Az önceki tutuk kız gitmiş yerine kont-rolsüz hareketler yapan bir kız gelmişti sanki. Elbette Muzaffer bu durumu fark edecek durumda değildi. Burcu uzunca bir süre saçlarını düzelttikten sonra ellerini cebine götürüp muşamba odanın içinde kendi etrafında bir döndü. Sonra yüzünde keskin ve sinir bozucu bir gülümsemeyle Muzaffer’e yanaştı.
“Ne istiyorsun amca?”
Muzaffer acı içinde sessizce inledikten sonra isteğini yineledi. Burcu’nun yüzündeki gülümseme yerini belirgin bir sırıtmaya bıraktı. Artık daha da sinir bozucuydu. O an kendini dışarıdan görse kendinden nefret ederdi. Ama tıpkı aklı gibi yüz kasları da kendi kontrolünde değildi. Ne yaptığından habersizdi. Birkaç çevik adımla yatağın diğer yanına geçti. Artık solunum cihazıyla arasında sadece yarım kulaçlık bir mesafe vardı. Elleri cebinde kapatma düğmesi ise hemen karşısındaydı. Fişi çekmesi bir işe yaramazdı çünkü cihazın kendi güç kaynağı vardı ve fişi çekildikten sonra bile saatlerce çalı-şabilirdi. Elektrik kesintilerine karşı önemli bir özellik olduğunu düşünecekti sonraları ama o an için umurunda olmadı. Bir süre sade-ce iş olsun diye cihazı inceledi. Hatta bundan keyif aldığını bile dü-şünerek iyice keyiflendi. Durumun gerçekliğinden iyice kopmuştu artık. Sadece ortada eğlenceli bir iş vardı. Üstelik kafasındaki o ko-nuşmaları susturacak bir iş. Ellerini cebinden çıkardı. Avuçlarını birbirine sürttükten sonra sağ işaret parmağı kapatma düğmesine bastı. Makine bir kez öterek monitöründe İngilizce bir soru sordu. Şüphesiz bağlı olduğu canlının hala diri olduğunu ve kapatma komu-tunda ısrarlı olup olmadığını soruyordu. Kapanması için yapması gereken kapatma düğmesine tekrar basmaktı. Son kez başını Muzaf-fer’e çevirip baktı.

VII

Uyandığında sabah olacağını düşünüyordu ama öyle olmadı. Hala geceydi. Ama sakinleştiricinin etkisi geçmişe benziyordu. İçin-de yoğun bir endişe hissediyordu. Yerinden doğrulmak istedi. İşte şimdi vücudunun her yeri gerçekten ağrıyordu. Ne vardı sanki o ka-dar boğuşacak diyerek kendine sitem etti. Acılar içinde doğrulduktan sonra bir süre yatağında ağrılarının dinmesini bekledi. Şimdi etrafı gerçek haliyle görüyordu. Sararmış duvarlar, odanın köşesinde boya-ları dökülmüş bir kapı vardı. Tuvalet olsa gerekti ama ne olduğunu da merak etmedi. Sonra bir kere daha dışarıdakiler burayı bir otel odasına benzettiklerini anımsadı. Benzer tarafları yok değil. Şimdi daha iyi anlıyordu. Yatak vardı. Duvarlar sarımtıraktı ama bir za-manlar beyaz olduğuna emindi. Ayrıca masa olmasa da bir sandalye vardı. Bir de komedin eksikti ama zaten yanlarına bir şey vermedik-leri için ihtiyaçta yoktu. Yataktan inip sandalyeye oturmak istedi. Nedense içinde sandalyeye karşı derin bir özlem vardı.
Kollarında ve bacaklarındaki kayış izleri geçmişti. Hafif sızı-ları duruyordu ama önemli değildi. Ellerinin içi daha çok sızlıyordu. Sandalyeye güçlükle oturdu. Kalçaları ve bacakları hamlamıştı. Kol-larını neredeyse kıpırdatamıyordu. Birden kesik bir kahkaha attı. Ak-lından günlük sporunu da yaptığını geçirmişti.
İnce delikli, demir mazgallı pencereye doğru baktı. Arkası pek görünmüyordu. Bazı ışıklar vardı. Binanın neresinde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hiçbir fikri yoktu. Bu gördüğü ışıklar şehrin ışık-ları mıydı yoksa bina içinde başka ışıklar mı kestiremedi. Kalkıp bak-maya da üşenmişti açıkçası. Hem nereyi gördüğünün ne önemi vardı. Hatta şehir görünmese iyiydi. Çünkü mutlaka bir gün bakıp iç geçireceğini biliyordu. Çok gezip tozmaya düşkün olmamıştı ama kapalı kaldığında insan her şeyi özlerdi. Öyle okumuştu kitaplarda.
Yerinden kalkıp yatağına geçti. Gacırdayan ve ne olursa olsun onu ret etmeyecek yatağına. Saniyenin binde biri sürede bunu düşündü. Yatak onu asla ret etmezdi. Fakat sonra zaten bugüne dek hiç bir şeye başvurmadığını hatırlayıp o düşünceyi savuşturdu. Zaten artık resmi bir deliydi. Bu saatten sonra hiçbir yere başvuramazdı.
Yeniden ağrılar içinde yatağına uzandı. Bir sonraki uyanışın sabah olması ümidiyle gözlerini yumdu.

VIII

Muzaffer kızın parmağının ikinci dokunuşu yapmasını bekli-yordu. Burcu yüzündeki rahatsız edici ifadeyle Muzaffer’e bakıyor-du. Tam başını öne dönüp parmağını ikince kez düğmeye dokundu-racağı sırada birden yüzü değişti. Kaşlarını çattı. Yüzündeki ifadeyi üzüntü bürüdü. Endişeyle doğruldu. Aynı çevik ve kontrolsüz tavır-larla olduğu yerde bir kere zıplayıp elini ağzına kapattı. Gözlerinden yine yaşlar gidiyordu.
Muzaffer bu kez şaşırmıştı. Çünkü kısa bir süre için gerçekten düğmeye basacağına inanmıştı. Bütün sancılarından kurtulacaktı. Ne olmuştu da bu genç hemşire bir anda ayağa kalkıp ağlamaya baş-lamıştı? Muzaffer iki acı dalgası arasında kızın ağlayan yüzünün tanı-dık geldiğini düşündü. Onu nerede ağlarken görmüş olabilirdi ki? Nihayet gelen yeni bir acı dalgası bütün bu düşünceleri aklından alıp götürmüş yerini tek istediği şeye bırakmıştı. Attığı çığlıktan kalan azıcık nefesle kıza son kez yalvardı.
Ameliyat esnasında Muzafferin sağ kürek kemiğinin altından boynuna kadar keserek akciğerinin sağ lobunu temizlemişlerdi. Ope-rasyondan sonra kürek kemiği ve kaburganın kaynaması içinse sır-tından göğüs kafesine doğru ince çelik teller çekmişlerdi. Böylelikle sarsıldığında teller sayesinde ameliyat bölgesi ve dikişler zarar gör-meyecekti.
Burcu eli ağzında, yaşlardan bulanıklaşmış gözleriyle Muzaf-fer’in sırtına bakıyordu. Çünkü o tellerden biri atmış ve Muzaffer’in sırtındaki dikişlerin arasından hafifçe kan sızıyordu. Belli ki acıdan kıvrandığı esnada dikişlerine zarar vermişti.
Burcu aynı kontrolsüz tavırlarla hızlıca yatağın diğer başın-daki acil müdahale arabasına giderek alt çekmecelerden Batikon ve gazlı bez aldı. Artık sesli, hüngür hüngür ağlıyordu. Tekrar yatağın diğer tarafına gelerek yanına doğru uzanmış Muzaffer’in sırtının dibinde yere çöktü. Gazlı bezin ucuna biraz Batikon sürerek dikiş-lerdeki kanı temizlemeye başladı. Bu sırada Muzaffer ciğerleri par-çalanırcasına bir çığlık attı. Arkasından Burcu ondan daha can yakan, daha şiddetli bir çığlık attı. Bir yandan yarayı temizliyor, bir yandan hıçkırarak ağlıyor bir yandan da Muzafferin her inlemesi üzerine bir çığlık koparıyordu.
Çok geçmeden Burcu ve Muzaffer’in çığlıklarına yoğun ba-kımda yatan bütün hastaların monitör sinyalleri de karışmıştı. bütün monitörler acil durum sinyali veriyordu fakat Burcu, Muzaffer’in yarasına öylesine kilitlenmişti ki hiç bir şey duymuyor yalnızca mu-zaffer çığlık attığında arkasından çığlık atıyor ve yüksek sesle ağlı-yordu.
Burcu tek bir şey düşünüyordu. O yara temizlenmeliydi. Çünkü enfeksiyon kaparsa Muzaffer ölebilirdi. Burcu, Muzaffer’in ölmek için yalvardığını çoktan unutmuştu. Yaşamaya hakkı vardı ve Burcu’nun görevi ona bu hakkı kullanmasında yardımcı olmaktı.
O kadar şiddetle yarayı temizliyordu ki bütün dikişler attı. Artık daha çok kan akıyordu. Burcu’nun elleri, kolları hatta önlüğü-nün önü kan olmuştu. Durduramıyordu. Bu sırada muşamba odanın fermuarı açıldı. Nöbetçi doktor heyecanla içeri girerek yerde kanlarla mücadele eden Burcu’ya sarıldı ve yerden kaldırdı.

IX

Doktorun odasında otururken kısa bir süre geçtiği koridorların genişliğini ve soğukluğunu düşündü. Doktor henüz gelmemişti. Belli ki sabah trafiğine takılmıştı. Şehrin trafiği beterdi. Yine de keyfi fena sayılmazdı. Nitekim sabahı görmek için uyuduğu ikinci uykusunda istediği olmuştu ve görevli onu kaldırdığında sabahtı. Sabah sabah içtiği bir avuç dolusu ilacın da etkisi olabilirdi ama o sabah uyandığı için olduğuna inanmak istedi. Belki akıl hastanesi anlatıldığı kadar kötü bir yer değildi.
Doktor yarım ağız bir günaydınla içeri girdi. Nihayetinde gü-naydın dediği kişi bir deliydi. Bunda alınacak yada gücenecek bir şey yoktu.
Yerinde doğruldu. Doktorun ceketini çıkarıp hızlı bir şekilde beyaz önlüğü sırtına geçirişini izledi. Sonra da gelip tam karşısındaki kendi oturduğunda daha fiyakalı olan sandalyeye oturdu. O sırada elinde tuttuğu dosyayı gördü. Ne ara aldığını fark etmemişti. Doktor dosyayı açıp gömleğinin cebinden bir kalem çıkardı. Üstündeki açma kapama düğmesine dört defa bastı. Sonra yarım bir gülümsemeyle ona döndü.
Şimdi her şeyi baştan anlatması gerekiyordu. Nereden başla-yacağını bilemedi. Bir süre doktorun gömleğindeki belli ki ceket yüzünden tüylenmiş yerleri inceledi. Sonra derin bir nefes alıp an-latmaya başladı.
Yıllar sonra bu konuşmayı hatırladığında sanki saatlerce an-latmış gibi hissedecekti. Ne doktorun adını hatırlayacak ne de neler-den bahsettiğini anımsayacaktı. Yine de hayatında yaptığı en uzun konuşma olarak bazen aklına gelecekti. Ha bir de doktorun verdiği komik ifadeleri hatırlayacaktı. Dinlediğini belli etmek için yüzünü soktuğu o şekilleri. Kendini aptal gibi hissetmesini sağladıysa da çok üstünde durmamıştı. Neticede keyifli bir konuşmaydı.
Nihayet her şeyi anlattığında doktor derin bir nefes aldı. Ka-lemini yine dört defa açıp kapadıktan sonra aldığı yere iliştirdi. Elin-deki dosyayı yavaşça kapatıp yerinden kalktı. Masasına geçip başka bir kapıda bir şeyler yazdı. Sonra ciddi bir ifadeyle onu bir süre mi-safir edeceklerini söyledi.
Bu artık odasına gidebileceği anlamına geliyordu. Yüzünde bir gülümsemeyle yerinden kalktı. Minnettar bakışlarla doktora selam vererek oda kapısına yöneldi. O sırada aklına bıçak kadar sivri bir soru saplandı. Tam kapının önünde kalakaldı. Bir süre önüne bakarak düşündü. Sonra yüzünde korkutucu bir ifadeyle başını kaldırdı. Yavaşça doktora döndü ve sorusunu sordu.
“Gerçekten Muzaffer diye biri var mıydı, yoksa ben mi uy-durdum?”




************




Bünyamin Bayansal
Mayıs ’10 - İstanbul

23 Kasım 2008 Pazar

Cinnet Temayülleri Ya da Kapalı Oda Nöbetleri

Galiba bu nemli odanın küf kokusuna alışıyorum. Aslında çevrede somut bir kirlilik yok.Yani her yer gayet beyaz. Kirece bezenmiş duvarlar, kapı, karyolamın baş ve ayak demirleri, komodinim, ara sıra oturduğum ama hemen çakanlarımı ağrıtan tahta sandalye ve hala üzerindeki boya kabarcıkları soyulmamış masam. Kontrol ya da bahçe iznim için dışarı çıktığımda kapımın koridora bakan dış tarafının siyah olduğunu fark ettim ancak içeride olduğum sürece bunun bir önemi yok. Odada olduğum sürece görebildiğim ya da dokunabildiğim tek farklı renkli şey, katil gri rengindeki pencere mazgalı. Pek mazgala benzediği de yok esasında, daha çok kum eleğinden bozma bir tel örgü. Ancak çok sağlam, kontrol ettim. Hatta ayağımla bile defalarca tekmeledim, eğilmedi. Bazen oturup düşünürüm –böyle dediğime bakmayın, aslında yaptığım başka bir şey yok, yemek yemek ya da işemek dışında- neden bu mazgallar böyle göz göz olmak zorunda. Dışarıyı görebilelim diye mi? Hiç sanmıyorum, bu aşırı iyimserlik olur. İçerisinin görünmesi için mi ? Üçüncü katta olduğumu varsayarsak bu da pek olası durmuyor. Peki neden komple sac levha değil de delik deşik. Yani onu buraya takanların benim içeride ışığa ihtiyacım olup olmadığını, çok umursadıklarını sanmıyorum.

Bir kitapta okumuştum. İnsanlar bu tel örgülerdeki ince delikleri bir süre sonra göz olarak algılayama başlıyormuş. Okuduğumda gülüp geçmiştim ancak şu an fark ediyorum ki yüzlerce göz beni izliyor. Ayrıca gündüzleri daha da kötü. Güneşin etkisiyle hem gözünden ışıklar saçan bu hareketsiz mazgalın tacizine maruz kalıyorum, hem de gölgesinden kaynaklanan karşı duvardaki gölge gözlerin baskısına. Yani her koşulda izleniyorum.

Odada taşınabilir hiç metal eşya yok. Kalem, aplik veya onun gibi bir şey. Hatta geçenlerde bir şeyler yazmak istedim, hemşire bana ressamların kullandığı kömüre benzeyen, cıvık bir çubuk getirdi. Penceremin önünde unutmuşum, eriyip her yanı berbat etti. Bir saat o şirret karının dırdırını dinlemek zorunda kaldım. Mektup yazmam yasak olabilir ama bu yine de bir şeyler yazmayacağım anlamına gelmez. Evet, yazar değilim ancak insan bazen bir şeyler yazmak ister. Ne bileyim, boş kağıda imza atmak bile bir çok sıkıntısını alır insanın. Bir resim çizmek istedim. Odada resmini çizebileceğim bir yatak ve masa sandalyeden başka bir şey yok ki… Sandalyenin üzerinde oturuyorum ve kağıdım masanın üzerinde, dolayısıyla üzerinde oturduğum bir şeyin resmini çizemem. Kısacası ihtimallerim bayağı az. Bir aynam olsa belki kendimi çizerdim. Aslında hayal ederek çizilebileceğine inanıyorum fakat yüzümü görmeyeli uzun zaman oldu. Neye benzediğimi pek çıkaramayabilirim. Ben de kuşları çiziyorum. Arabesk olduğunun farkındayım. Özgürlüğü sembolize etmesi falan da umurumda değil. Çizmesi kolay oluyor, tek sebep bu.

Bazen pencerenin önünden bahçeye bakıyorum. Mevsimler. Zamanla ilgili aklımda kalan ve zaten değişimin farkında olduğum birkaç kavramdan biri. Bahçedeki büyük çınar benim yıllık takvimim gibi. Yaprakları, dallarındaki kar yada yere sermiş olduğu sarı kilim. Günlük zaman devinimim de buna benziyor. Zamana en hakim olduğum dönem gecenin gündüze veya gündüzün geceye döndüğü zaman. Onun haricinde saatin kaç olduğu ya da günün hangi zamanın olduğumuzun farkında değilim. Çünkü burada saatim yok. Ama bunun iyi yanları da var. Uyku saatlerim, yürüme arzum ya da buna benzer şeyler için plan yapmak zorunda kalmıyorum. Tamamını bedenim belirliyor.

İlaç saati ve yemek saati geldiğinde içten beyaz dıştan siyah olan kapımın ortasında küçük bir kapak açılır. Oradan genelde o ikide bir beni azarlayan cadaloz hemşirenin eli içeri uzanır. Bazen elini yakalayıp bütün kanı boşalana kadar elini dişlemek isterim ama hiç teşebbüs etmedim. Neticede ben deli değilim. Yani bir akıl hastanesinde tam güvenlikli bir odada alıkoyuluyor olabilirim fakat bu yine de beni deli yapmaz. Sadece insanlar öyle olduğumu sanırlar. Çünkü beni anlamazlar. Düşünüyorum da acaba her deli sanılan insanın böyle bir anlaşılmama sorunu var mı ? Eminim vardır.

İnsanlar deli olmamın yanında benim bir katil olduğumu sanıyorlar. Onlara göre öyle olabilirim. Peki benim hiç mi söz hakkım yok. Bana sadece “neden öldürdün” diye soruyorlar. Halbuki benim sebeplerim kimseyi ilgilendirmez. Bunun adı cinayet bile olsa eğer ortada sebepler varsa bunlar bana aittir. Söyleyeceğim hiçbir şey bu gerçeği değiştirmez. Bence “neden” sorusu yerine “neden şimdi” soruru sorulursa bütün adalet sistemini yeni baştan oluşturmak gerekir. Çünkü insanların suç olarak gördüğü şey, yüzyıllardır bir şekilde veraset yoluyla bugüne gelmiş ahlak kurallarını ihlal etmektir. Peki ya bizim ahlak kuralları diye üzerine titrediğimiz şey yanlış bina edilmişse? Bugüne kadar sorguladığımız şey ahlakın kendisi değil hep uygulanış şekli olmuş. Şimdi kalkıp ahlak dogmatik değildir diye nutuk atıyor insanlar. Oysa en büyük dogmalardan biridir ahlak ve bu dogma maalesef beni katil ilan ediyor. Ben Robin Hood değilim. Robin Hood güya kendisini zenginden alıp fakire vermeye adamıştı. Peki sorduk mu neden diye? Size bugün, Robin Hood’un gündem delisi, tamamen insanlara kendinden bahsettirme derdinde olan ve yaptığı işi sadece kendi egosunu tatmin etmek için, ayrıca insanların ona olan minnettarlığını görmek için yaptığını söylesem şaşırır mısınız? Hayır, çünkü inanmazsınız. O artık bir kahraman. Aslında Robin Hood ile yaptığımız şey tam olarak aynı. O beyaz yalan söylemeyi tercih ediyor, bense renk seçmedim. Aramızdaki tek fark bu.

Bu hikayeyi doktoruma anlattığımda, fazla fantezi kurduğumu söyledi. Oysa bu yanlış. Ben burada fantezi kurmam. Artık rüya da görmüyorum. Hem kimseye anlatamadıktan sonra hayal kurmanın ya da rüya görmenin manası ne? Son gördüğüm rüya en güzel rüyamdı ve ondan sonra rüya görmeyi bıraktım.

İlk öptüğüm kızı gördüm rüyamda. Çok güzeldi –ya da o zamanlardan aklımda öyle kalmış- . Bir köşeden dönüyorduk birlikte. Yağmurlu, bir sonbahar akşamı muhtemelen. Bu arada en sevdiğim mevsimdir sonbahar. Çünkü insanlar o mevsimde o kadar meşguldür ki bütün mevsim sadece bana kalır. Neyse, ben kızın bir iki adım gerisindeydim. Çok hızlı yürümüyorduk ve o hemen arkasında olduğumun farkındaydı. Sonra birden durdu. Bana dönerken, düz siyah saçları rüzgara eşlik etti. Bana gidip birlikte nehirdeki balıkları –belki de taşları- saymayı teklif etti. Bense önce eczaneye gitmemiz gerektiğini söyledim. Çünkü kalbim kanıyordu. Aslında bu kadar dramatik olmak zorunda değildi ama ben bu sefer ben böyle olmasını istedim. Zaten yine şimdiki gibi bir nöbet arifesindeydim.

Sanırım daha fazla devam edemeyeceğim. Çünkü birazdan tamamen ayrılmış olacağım, kısa bir süre için. Kaslarımın çekilmeye başladığını hissediyorum. Nöbet geldiğinde hep böyle olurum. Önce kaslarım çekilir, sonra sanki damarlarımda normalden daha az kan akmaya başlar. Ağrı kasıklarımdan başlayıp mideme doğru devam eder. Ciğerlerime geldiğinde ağrıdan gözlerim yaşarır ve şükür ki ağrı kalbime saplanmadan kendimden geçmiş olurum. Çünkü duyduğuma göre kalp ağrısı hiçbir şeye benzemiyormuş. Ayrıca burada insanlar pek bu tip şeylerle ilgilenmezler. Yani ciğerleriniz şiştiği sürece ve kalp kapakçıklarınız açılıp kapandığı sürece çektiğiniz acı kimse için önemli değildir.



Bünyamin Bayansal ‘2006

Fil

Sessiz sedasız haykırışları yerkabuğunun, yaralı genç kız kalbinde yankılanıyordu Kabil Habil’e kıydığından beri…. Sodom ve Gomore sular altında. Nil mahlûkatına karıştı Firavun. Ölüm her kapıyı çaldığında bir parça toprak bıraktı avluya. İbret kelleleri geçirildi mızrak uçlarına ve şehir şehir dolaştırıldı. Kızıl denizin kızıllığı güneşin alametiydi belki ama kan aktı bütün insanlığın ta en derin kuyusuna. Varlık ağlamadı Semud’un ardından ki bir haçlı saldırısı kadar masumdu, Timur’un akıttığı kan.

Ağlamaklı şimdi dünya… Neye niyet, neye kısmet. Belki de arza değen her gözyaşı düştüğü yanağın çığlığını koparıyor yedi kat arşta. Akıl ki melekeden muaf, düşünüyor hissizce geçmişin tahta bacaklı topallayışlarını. Her kıvrımında bir zulüm mü var bu hayatın?

Tarih diye önümüze konan meze belki de zulmün kullanım kılavuzudur. Hatıraları, acı dolu bir taş mı yarattı bu gidişat ki adına da insan dedi… Bu yürek dedikleri taşlarla Babil kulesini kıskandıracak yapıyı çıkaran şey… Her kenarından kan damlayan, yinede göze insan görünen duvar yıkıntısı…

Kimin sahte gözlüklerini takınıp da zifir bir hayale kapıldı bu beşer? Bu çalan ziller, çekirdeğin habercisi! Nihayet indi arzın merkezine ahlak ve o açılan delikten yuttu tüm nefisleri. Çekirdeğin serinliğinde yaşayan tüm ruhlar, zafer sandılar zulüm zevkinden aldıkları coşkuyu. Küçücük bir inci pırıltısında gizliydi oysa kurtuluş. Sadece bakmak gerekiyordu tozlu aynanın ardına. Bir kim sorusu kadar yakındı insana, kim olduğunun cevabı. Ancak o sıcağın cazibesine kapıldı aklının orta yerinde ve ruhunu kir pas içindeki birkaç eğlenceye sattı, ahlakın panayır yerinde.

Elbette kandırmak kolaydı yüreği çağlayan ateşi gibi yanan fili ve söndürmekti derdi coşmuş olan çağlayanı. Nihayetinde bir zehir damlası yetti fili sersemletmeye. Yürüdü, yürüdü ve Nil nehrinin kıyısına geldi. Ama bilmiyordu ki oraya daha önce firavunun zerreleri karışmış. İçti zehirli sudan, sersemledi ve yürümeye devam etti. Gözlerimi serap âlemine dalmıştı, yoksa burası Âdem’in şeytanca kandırıldığı yer miydi? Bir ısırık da fil aldı Âdem’in elmasından. Yine bir sarhoşluk sardı etrafını filin. Korkuları tükeniyordu artık. Nihayet o deliğe geldi. Etrafına baktı. Yanıyordu her yer. Karanlık bir duman kaplamıştı gökyüzünü. Deliğe baktı ve çekirdeği gördü. Ateş topunun etrafında dans eden ruhlar… Çıplaktı her biri ve mahremiyetlerini tutuyorlardı. Sonra filin önüne, deliğin hemen yanına bir yağmur damlası düştü. Fil kafasını gökyüzüne kaldırdı. Karabulutların arasında bir kan damlası geliyordu tam üzerine doğru. Fil korkuyla bir adım geri attı ve damla deliğe düştü. Çekirdeğin kalbine. Bir coşku koptu ki ahlakın bittiği yerde, fil baktı, olduğu yere yığıldı. Kan için coşan ruhlardan mı olacaktı?

Aciz bir aklın, kan ağlayan feryadı bu. Bir fil ömrü kadar basit bir hayat, bir film ömrü kadar ağır bir hayat... Sırtına yüklenen tuğlalar, her biri birer insan. Sırtına yüklenen insanlar, her biri birer evren. Yük filin sırtında, yaratılış filin sırtında.
Şimdi toz-toprak, dağ-taş, nehirler ve göller, el açtılar inandıkları şeye ve dediler:
“Biz artık ne çekirdeğin alevi, ne de insan kisvesindeki tuğlaların örüleceği duvara harç olmak istemiyoruz. Çünkü bize kan değdi.”


Bünyamin Bayansal

Zaman İçinden Bir Dosta Mektup: Fyodor Dostoyevski

Dostum Fyodor,

"Dostum" diyorum çünkü aynı hayatın parçaları değiliz. Yazdığın onca hikâyenin içinde figüran olarak bulundum haddim olmasa da. Ne cürettir bilmiyorum, kendi âlemimin yansımalarını hep başkaları yaşıyor. Silik bir düzenin, kendi düzeneği içinde kaybolup gitmekten korkmasam da sessiz sedasız bir ölümü yakıştıramıyorum kendime. Aslına bakarsan soğuk geceleri atlatmak kadar zor değil. Limon sarısı bir sabahın bırakacağı iz, silip götürür tüm titreyişleri. Yine de kendim olarak yaşıyorsam şu an, kendim olarak ölmek istiyorum.

Karamsar bir başlangıç oldu farkındayım. Sözüm ona bir sesleniş olacaktı bu karalama. Ancak serzenişten öte geçmeyecek gibi duruyor bu satırlar. Kendi entelektüel birikimimi hesaba katmazsak, pek de kalabalık biri sayılmam. Üzerine düşündüğüm dünya meseleleri çokça zamanımı alıyor bu sıralar. Anca böyle birkaç dosta, dostani telkinlerde bulunuyorum hayatın geri kalan tümcesine dair. Buna haddim var mı? Elbette yok.

Bir düş gördüm geçenlerde. Safran renginde bir örtü kaplamıştı biz bildiğimiz şeyleri. Üzerine düşündüğümüz tüm o gerçek dışılıklar cirit atarken us meydanlarında, biz şüphelerimizi yoğuruyorduk. Ellerim öyle kirliydi ki Volga’nın mavi, soğuk suları temizleyemezdi zift karası lekeleri. Sen de ordaydın Fyodor, elinde van Gogh’un kulağı, satacak bir müşteri arıyordun meydanın kuytularında. Bağırdım sana “buradayım” diye, “gel kurtar” dedim beni bu serzeniş halinden, duymuyordun. Ve Kafka ordaydı. Yine bütün karamsarlığı üzerinde… Yanıma yaklaşırken düzeltti ceketini. Yüzünde karanlığın pırıltısını gördüm. Alınma ama galiba senin hikâyelerinde figüran bile olamazken, çoktan Kafka’nın kahramanı olmuştum. Tüm karamsarlığıyla yoğururken ruhumu, bir yandan da kulağıma gerçekleri üflüyordu. Önünde boynumu eğdim. O an ayakkabıları dikkatimi çekti. Koskoca alanda, sadece onun ayağında ayakkabı vardı. Birde kendi nasırlı ayaklarıma baktım. Etrafı patlamış yaralarımın irinlerini emiyordu. Nasıl olur diye düşünmedim. Açıkçası sizi kıyaslamadım bile. Çünkü o Kafka’ydı.

Uyandığımda terlememiştim. Bu bir kâbus değildi. Kendi gerçeğime bakmıştım bir an ve ruhum gözlerini kaçırmıştı. Şimdi baktığım bu beyaz kâğıt kadar beyaz değildi belki, yine de seçebiliyordum etrafı. Evet, biraz düşünmem gerekiyor sanırım. Aslına bakarsan insanın böyle gerçekleri yansıtmayan şeyleri yazması ne kolay değil mi? Sara nöbeti geçirmen gerekmiyor, saralı bir hastayı yazmak için. Çünkü hisler yazılamaz. Sadece tarif edilebilir. Oysa ben hayatım boyunca ölümü yazmak istedim. Gerçek manada ne hissettirdiğini, okuyan kişinin ölümü anlamasını değil, ölümü yaşamasını, hissetmesini istedim. Bunu sen de istedin, biliyorum Fyodor.

Şimdilerde küçük bir hücre tasarlıyorum kendime. İçinde sadece ben olan... Yanlış anlama lütfen, kendimi bir yere kapatacak değilim. Lakin benim istediğim şeylerin olacağı ve bana ait olan şeylerin olacağı bir hücreden bahsediyorum. Belki sonsuzluğu içinde beklerim.

Bazen kendimi senden daha şanslı hissediyorum. Örneğin küçük bir sevgilim var biliyor musun? İnanılacak gibi değil, evet. Ama var. Üstelik beni sevdiğini de sanıyorum. Ne buldu diye düşünebilirsin. Ben de düşünmüyor değilim. Yine de dostum, bunu yaşamak gerçekten başka bir şey. Hücremin baş köşesini ona ayırdım. Benim için o, artık benden farksız.

Evet, Fyodor. Ben de hazırım van Gogh'un kulağından patates yiyenlerin masasına damlamaya. İçinde kaybolduğumuz şey, esasında içinde var olacağımız şeymiş. Bunu anladım. Bizler kendi çabasını hakir gören insanlar olduk hep. Yok pahasına sömürdük emeklerimizi. Kim olduğumuzu unutmaktan tut da var olduğumuzun bile bilincine varamadık.

Şimdi uyanma vakti Fyodor. Kuşanalım tüm sözcüklerimizi. Belimize taktığımız her düşünce, bizi bir sonraki kuleye taşıyacak. Ayaklanma zamanı şimdi. İçimizdeki sessiz duyguları bir kenara itelim. Bırak, bir süreliğine suçu da cezayı da tanrı düşünsün. Dikelim gözlerimizi gerçeğin kalbine ve düşlerimizi ikinci bir harbe kadar üzerimize giyelim.



Dostun B.

Son Risale

I. ÖFKE

arzın merkezinde bir güvercin ölür
ve ben çeker giderim

vicdansız gölgeler besledik kapı paspaslarında
bir o kadar dört canlı
bir o kadar nankör
kaldı ki emanet ettiğimiz ruhumuzu
zenne misali oynattılar anahtar şıngırtısıyla

somalili bir anne ciğerlerini yırtar
ve ben çeker giderim

endüstri yalanlarının serinliğinde cereyanda kaldık
bir o kadar soysuz
bir o kadar bulanık
ve organ pazarında satışa çıkardığımız ciğerimiz
kelepirden bile alıcı bulamadı

bombalar altında özgürlük diye bağıran bir gerilla asılır
ve ben çeker giderim

öldürmenin doğurmak kadar kutsal olduğunu sandık
bir o kadar kahpe
bir o kadar acımasız
hatta televizyon başında trafik kazaları gördük de
yemeğimize devam etmekte bir sakınca görmedik

II. YALAN

kısa şortlu bir çocuk annesinin baş örtüsüne işer
ve ben çeker giderim

kimliğe küfretmenin modernleşme nişanı olduğuna inandık
bir o kadar hain
bir o kadar yüzsüz
şöyle ki kilise bahçesinde çifleşen köpekler
işlerini bitirdikten sonra cami duvarına işediler

kıyametin hevesle beklendiği zamanlar gelir
ve ben çeker giderim

sonsuzluğun ancak bir son varsa güzel olacağı fikri düştü aklımıza
bir o kadar fütursuz
bir o kadar hayalperest
kendi simurguna uçan hiçbir güvercin dua alamadı ki
yedi vadiyi geçerken kanatları yanmasın

III. AŞK

sevgilinin kahve gözlerinden bir damla yaş dökülür
ve ben çeker giderim

en muazzam korkunun ölüm olmadığını gördük
bir o kadar bencil
bir o kadar unutkan
ki bütün kabiliyetsizliğimizle gönlümüzü
hayvan mezarlıklarına gömdük

nine kucağında diş çıkaran bir bebek ağlar
ve ben çeker giderim

masumiyetin o retina yakan alevine kapıldık
bir o kadar şuursuz
bir o kadar tekdüze
nitekim aşk diye anlatılan masaldan
bir öğlen çayı randevusu bile alamadık

arzın merkezinde bir güvercin ölür
ve ben çeker giderim

hepsinden önemlisinin her daim aşk olduğunu bildik
bir o kadar sessiz
bir o kadar sarhoş
kim bilir belki de aşkın kendisi değil
sadece aşka inanmaktı aslolan

IV. SON

bomboş sinema salonlarında gösterilen film biter
ve ben çeker giderim

cesedimi bavuluma aldım
ruhumu iliştirdiğim ön gözünde
belki bir aşklık daha yer vardır
belki bir ölümlük
bir direnişlik
bir dualık
sessiz sedasız hiçbir şey yapmadan oturmalık
belki bir daha görmeyeceğim birine
görüşmek üzere demelik
yada sadece yalnızlığımı
belli ki eğe büke
belli ki itiştire sıkıştıra sokacağım küçücük bir yer
kim bilir
belki de vardır.


Bünyamin Bayansal
‘Ekim 2008 - İstanbul