23 Kasım 2008 Pazar

Cinnet Temayülleri Ya da Kapalı Oda Nöbetleri

Galiba bu nemli odanın küf kokusuna alışıyorum. Aslında çevrede somut bir kirlilik yok.Yani her yer gayet beyaz. Kirece bezenmiş duvarlar, kapı, karyolamın baş ve ayak demirleri, komodinim, ara sıra oturduğum ama hemen çakanlarımı ağrıtan tahta sandalye ve hala üzerindeki boya kabarcıkları soyulmamış masam. Kontrol ya da bahçe iznim için dışarı çıktığımda kapımın koridora bakan dış tarafının siyah olduğunu fark ettim ancak içeride olduğum sürece bunun bir önemi yok. Odada olduğum sürece görebildiğim ya da dokunabildiğim tek farklı renkli şey, katil gri rengindeki pencere mazgalı. Pek mazgala benzediği de yok esasında, daha çok kum eleğinden bozma bir tel örgü. Ancak çok sağlam, kontrol ettim. Hatta ayağımla bile defalarca tekmeledim, eğilmedi. Bazen oturup düşünürüm –böyle dediğime bakmayın, aslında yaptığım başka bir şey yok, yemek yemek ya da işemek dışında- neden bu mazgallar böyle göz göz olmak zorunda. Dışarıyı görebilelim diye mi? Hiç sanmıyorum, bu aşırı iyimserlik olur. İçerisinin görünmesi için mi ? Üçüncü katta olduğumu varsayarsak bu da pek olası durmuyor. Peki neden komple sac levha değil de delik deşik. Yani onu buraya takanların benim içeride ışığa ihtiyacım olup olmadığını, çok umursadıklarını sanmıyorum.

Bir kitapta okumuştum. İnsanlar bu tel örgülerdeki ince delikleri bir süre sonra göz olarak algılayama başlıyormuş. Okuduğumda gülüp geçmiştim ancak şu an fark ediyorum ki yüzlerce göz beni izliyor. Ayrıca gündüzleri daha da kötü. Güneşin etkisiyle hem gözünden ışıklar saçan bu hareketsiz mazgalın tacizine maruz kalıyorum, hem de gölgesinden kaynaklanan karşı duvardaki gölge gözlerin baskısına. Yani her koşulda izleniyorum.

Odada taşınabilir hiç metal eşya yok. Kalem, aplik veya onun gibi bir şey. Hatta geçenlerde bir şeyler yazmak istedim, hemşire bana ressamların kullandığı kömüre benzeyen, cıvık bir çubuk getirdi. Penceremin önünde unutmuşum, eriyip her yanı berbat etti. Bir saat o şirret karının dırdırını dinlemek zorunda kaldım. Mektup yazmam yasak olabilir ama bu yine de bir şeyler yazmayacağım anlamına gelmez. Evet, yazar değilim ancak insan bazen bir şeyler yazmak ister. Ne bileyim, boş kağıda imza atmak bile bir çok sıkıntısını alır insanın. Bir resim çizmek istedim. Odada resmini çizebileceğim bir yatak ve masa sandalyeden başka bir şey yok ki… Sandalyenin üzerinde oturuyorum ve kağıdım masanın üzerinde, dolayısıyla üzerinde oturduğum bir şeyin resmini çizemem. Kısacası ihtimallerim bayağı az. Bir aynam olsa belki kendimi çizerdim. Aslında hayal ederek çizilebileceğine inanıyorum fakat yüzümü görmeyeli uzun zaman oldu. Neye benzediğimi pek çıkaramayabilirim. Ben de kuşları çiziyorum. Arabesk olduğunun farkındayım. Özgürlüğü sembolize etmesi falan da umurumda değil. Çizmesi kolay oluyor, tek sebep bu.

Bazen pencerenin önünden bahçeye bakıyorum. Mevsimler. Zamanla ilgili aklımda kalan ve zaten değişimin farkında olduğum birkaç kavramdan biri. Bahçedeki büyük çınar benim yıllık takvimim gibi. Yaprakları, dallarındaki kar yada yere sermiş olduğu sarı kilim. Günlük zaman devinimim de buna benziyor. Zamana en hakim olduğum dönem gecenin gündüze veya gündüzün geceye döndüğü zaman. Onun haricinde saatin kaç olduğu ya da günün hangi zamanın olduğumuzun farkında değilim. Çünkü burada saatim yok. Ama bunun iyi yanları da var. Uyku saatlerim, yürüme arzum ya da buna benzer şeyler için plan yapmak zorunda kalmıyorum. Tamamını bedenim belirliyor.

İlaç saati ve yemek saati geldiğinde içten beyaz dıştan siyah olan kapımın ortasında küçük bir kapak açılır. Oradan genelde o ikide bir beni azarlayan cadaloz hemşirenin eli içeri uzanır. Bazen elini yakalayıp bütün kanı boşalana kadar elini dişlemek isterim ama hiç teşebbüs etmedim. Neticede ben deli değilim. Yani bir akıl hastanesinde tam güvenlikli bir odada alıkoyuluyor olabilirim fakat bu yine de beni deli yapmaz. Sadece insanlar öyle olduğumu sanırlar. Çünkü beni anlamazlar. Düşünüyorum da acaba her deli sanılan insanın böyle bir anlaşılmama sorunu var mı ? Eminim vardır.

İnsanlar deli olmamın yanında benim bir katil olduğumu sanıyorlar. Onlara göre öyle olabilirim. Peki benim hiç mi söz hakkım yok. Bana sadece “neden öldürdün” diye soruyorlar. Halbuki benim sebeplerim kimseyi ilgilendirmez. Bunun adı cinayet bile olsa eğer ortada sebepler varsa bunlar bana aittir. Söyleyeceğim hiçbir şey bu gerçeği değiştirmez. Bence “neden” sorusu yerine “neden şimdi” soruru sorulursa bütün adalet sistemini yeni baştan oluşturmak gerekir. Çünkü insanların suç olarak gördüğü şey, yüzyıllardır bir şekilde veraset yoluyla bugüne gelmiş ahlak kurallarını ihlal etmektir. Peki ya bizim ahlak kuralları diye üzerine titrediğimiz şey yanlış bina edilmişse? Bugüne kadar sorguladığımız şey ahlakın kendisi değil hep uygulanış şekli olmuş. Şimdi kalkıp ahlak dogmatik değildir diye nutuk atıyor insanlar. Oysa en büyük dogmalardan biridir ahlak ve bu dogma maalesef beni katil ilan ediyor. Ben Robin Hood değilim. Robin Hood güya kendisini zenginden alıp fakire vermeye adamıştı. Peki sorduk mu neden diye? Size bugün, Robin Hood’un gündem delisi, tamamen insanlara kendinden bahsettirme derdinde olan ve yaptığı işi sadece kendi egosunu tatmin etmek için, ayrıca insanların ona olan minnettarlığını görmek için yaptığını söylesem şaşırır mısınız? Hayır, çünkü inanmazsınız. O artık bir kahraman. Aslında Robin Hood ile yaptığımız şey tam olarak aynı. O beyaz yalan söylemeyi tercih ediyor, bense renk seçmedim. Aramızdaki tek fark bu.

Bu hikayeyi doktoruma anlattığımda, fazla fantezi kurduğumu söyledi. Oysa bu yanlış. Ben burada fantezi kurmam. Artık rüya da görmüyorum. Hem kimseye anlatamadıktan sonra hayal kurmanın ya da rüya görmenin manası ne? Son gördüğüm rüya en güzel rüyamdı ve ondan sonra rüya görmeyi bıraktım.

İlk öptüğüm kızı gördüm rüyamda. Çok güzeldi –ya da o zamanlardan aklımda öyle kalmış- . Bir köşeden dönüyorduk birlikte. Yağmurlu, bir sonbahar akşamı muhtemelen. Bu arada en sevdiğim mevsimdir sonbahar. Çünkü insanlar o mevsimde o kadar meşguldür ki bütün mevsim sadece bana kalır. Neyse, ben kızın bir iki adım gerisindeydim. Çok hızlı yürümüyorduk ve o hemen arkasında olduğumun farkındaydı. Sonra birden durdu. Bana dönerken, düz siyah saçları rüzgara eşlik etti. Bana gidip birlikte nehirdeki balıkları –belki de taşları- saymayı teklif etti. Bense önce eczaneye gitmemiz gerektiğini söyledim. Çünkü kalbim kanıyordu. Aslında bu kadar dramatik olmak zorunda değildi ama ben bu sefer ben böyle olmasını istedim. Zaten yine şimdiki gibi bir nöbet arifesindeydim.

Sanırım daha fazla devam edemeyeceğim. Çünkü birazdan tamamen ayrılmış olacağım, kısa bir süre için. Kaslarımın çekilmeye başladığını hissediyorum. Nöbet geldiğinde hep böyle olurum. Önce kaslarım çekilir, sonra sanki damarlarımda normalden daha az kan akmaya başlar. Ağrı kasıklarımdan başlayıp mideme doğru devam eder. Ciğerlerime geldiğinde ağrıdan gözlerim yaşarır ve şükür ki ağrı kalbime saplanmadan kendimden geçmiş olurum. Çünkü duyduğuma göre kalp ağrısı hiçbir şeye benzemiyormuş. Ayrıca burada insanlar pek bu tip şeylerle ilgilenmezler. Yani ciğerleriniz şiştiği sürece ve kalp kapakçıklarınız açılıp kapandığı sürece çektiğiniz acı kimse için önemli değildir.



Bünyamin Bayansal ‘2006

Fil

Sessiz sedasız haykırışları yerkabuğunun, yaralı genç kız kalbinde yankılanıyordu Kabil Habil’e kıydığından beri…. Sodom ve Gomore sular altında. Nil mahlûkatına karıştı Firavun. Ölüm her kapıyı çaldığında bir parça toprak bıraktı avluya. İbret kelleleri geçirildi mızrak uçlarına ve şehir şehir dolaştırıldı. Kızıl denizin kızıllığı güneşin alametiydi belki ama kan aktı bütün insanlığın ta en derin kuyusuna. Varlık ağlamadı Semud’un ardından ki bir haçlı saldırısı kadar masumdu, Timur’un akıttığı kan.

Ağlamaklı şimdi dünya… Neye niyet, neye kısmet. Belki de arza değen her gözyaşı düştüğü yanağın çığlığını koparıyor yedi kat arşta. Akıl ki melekeden muaf, düşünüyor hissizce geçmişin tahta bacaklı topallayışlarını. Her kıvrımında bir zulüm mü var bu hayatın?

Tarih diye önümüze konan meze belki de zulmün kullanım kılavuzudur. Hatıraları, acı dolu bir taş mı yarattı bu gidişat ki adına da insan dedi… Bu yürek dedikleri taşlarla Babil kulesini kıskandıracak yapıyı çıkaran şey… Her kenarından kan damlayan, yinede göze insan görünen duvar yıkıntısı…

Kimin sahte gözlüklerini takınıp da zifir bir hayale kapıldı bu beşer? Bu çalan ziller, çekirdeğin habercisi! Nihayet indi arzın merkezine ahlak ve o açılan delikten yuttu tüm nefisleri. Çekirdeğin serinliğinde yaşayan tüm ruhlar, zafer sandılar zulüm zevkinden aldıkları coşkuyu. Küçücük bir inci pırıltısında gizliydi oysa kurtuluş. Sadece bakmak gerekiyordu tozlu aynanın ardına. Bir kim sorusu kadar yakındı insana, kim olduğunun cevabı. Ancak o sıcağın cazibesine kapıldı aklının orta yerinde ve ruhunu kir pas içindeki birkaç eğlenceye sattı, ahlakın panayır yerinde.

Elbette kandırmak kolaydı yüreği çağlayan ateşi gibi yanan fili ve söndürmekti derdi coşmuş olan çağlayanı. Nihayetinde bir zehir damlası yetti fili sersemletmeye. Yürüdü, yürüdü ve Nil nehrinin kıyısına geldi. Ama bilmiyordu ki oraya daha önce firavunun zerreleri karışmış. İçti zehirli sudan, sersemledi ve yürümeye devam etti. Gözlerimi serap âlemine dalmıştı, yoksa burası Âdem’in şeytanca kandırıldığı yer miydi? Bir ısırık da fil aldı Âdem’in elmasından. Yine bir sarhoşluk sardı etrafını filin. Korkuları tükeniyordu artık. Nihayet o deliğe geldi. Etrafına baktı. Yanıyordu her yer. Karanlık bir duman kaplamıştı gökyüzünü. Deliğe baktı ve çekirdeği gördü. Ateş topunun etrafında dans eden ruhlar… Çıplaktı her biri ve mahremiyetlerini tutuyorlardı. Sonra filin önüne, deliğin hemen yanına bir yağmur damlası düştü. Fil kafasını gökyüzüne kaldırdı. Karabulutların arasında bir kan damlası geliyordu tam üzerine doğru. Fil korkuyla bir adım geri attı ve damla deliğe düştü. Çekirdeğin kalbine. Bir coşku koptu ki ahlakın bittiği yerde, fil baktı, olduğu yere yığıldı. Kan için coşan ruhlardan mı olacaktı?

Aciz bir aklın, kan ağlayan feryadı bu. Bir fil ömrü kadar basit bir hayat, bir film ömrü kadar ağır bir hayat... Sırtına yüklenen tuğlalar, her biri birer insan. Sırtına yüklenen insanlar, her biri birer evren. Yük filin sırtında, yaratılış filin sırtında.
Şimdi toz-toprak, dağ-taş, nehirler ve göller, el açtılar inandıkları şeye ve dediler:
“Biz artık ne çekirdeğin alevi, ne de insan kisvesindeki tuğlaların örüleceği duvara harç olmak istemiyoruz. Çünkü bize kan değdi.”


Bünyamin Bayansal

Zaman İçinden Bir Dosta Mektup: Fyodor Dostoyevski

Dostum Fyodor,

"Dostum" diyorum çünkü aynı hayatın parçaları değiliz. Yazdığın onca hikâyenin içinde figüran olarak bulundum haddim olmasa da. Ne cürettir bilmiyorum, kendi âlemimin yansımalarını hep başkaları yaşıyor. Silik bir düzenin, kendi düzeneği içinde kaybolup gitmekten korkmasam da sessiz sedasız bir ölümü yakıştıramıyorum kendime. Aslına bakarsan soğuk geceleri atlatmak kadar zor değil. Limon sarısı bir sabahın bırakacağı iz, silip götürür tüm titreyişleri. Yine de kendim olarak yaşıyorsam şu an, kendim olarak ölmek istiyorum.

Karamsar bir başlangıç oldu farkındayım. Sözüm ona bir sesleniş olacaktı bu karalama. Ancak serzenişten öte geçmeyecek gibi duruyor bu satırlar. Kendi entelektüel birikimimi hesaba katmazsak, pek de kalabalık biri sayılmam. Üzerine düşündüğüm dünya meseleleri çokça zamanımı alıyor bu sıralar. Anca böyle birkaç dosta, dostani telkinlerde bulunuyorum hayatın geri kalan tümcesine dair. Buna haddim var mı? Elbette yok.

Bir düş gördüm geçenlerde. Safran renginde bir örtü kaplamıştı biz bildiğimiz şeyleri. Üzerine düşündüğümüz tüm o gerçek dışılıklar cirit atarken us meydanlarında, biz şüphelerimizi yoğuruyorduk. Ellerim öyle kirliydi ki Volga’nın mavi, soğuk suları temizleyemezdi zift karası lekeleri. Sen de ordaydın Fyodor, elinde van Gogh’un kulağı, satacak bir müşteri arıyordun meydanın kuytularında. Bağırdım sana “buradayım” diye, “gel kurtar” dedim beni bu serzeniş halinden, duymuyordun. Ve Kafka ordaydı. Yine bütün karamsarlığı üzerinde… Yanıma yaklaşırken düzeltti ceketini. Yüzünde karanlığın pırıltısını gördüm. Alınma ama galiba senin hikâyelerinde figüran bile olamazken, çoktan Kafka’nın kahramanı olmuştum. Tüm karamsarlığıyla yoğururken ruhumu, bir yandan da kulağıma gerçekleri üflüyordu. Önünde boynumu eğdim. O an ayakkabıları dikkatimi çekti. Koskoca alanda, sadece onun ayağında ayakkabı vardı. Birde kendi nasırlı ayaklarıma baktım. Etrafı patlamış yaralarımın irinlerini emiyordu. Nasıl olur diye düşünmedim. Açıkçası sizi kıyaslamadım bile. Çünkü o Kafka’ydı.

Uyandığımda terlememiştim. Bu bir kâbus değildi. Kendi gerçeğime bakmıştım bir an ve ruhum gözlerini kaçırmıştı. Şimdi baktığım bu beyaz kâğıt kadar beyaz değildi belki, yine de seçebiliyordum etrafı. Evet, biraz düşünmem gerekiyor sanırım. Aslına bakarsan insanın böyle gerçekleri yansıtmayan şeyleri yazması ne kolay değil mi? Sara nöbeti geçirmen gerekmiyor, saralı bir hastayı yazmak için. Çünkü hisler yazılamaz. Sadece tarif edilebilir. Oysa ben hayatım boyunca ölümü yazmak istedim. Gerçek manada ne hissettirdiğini, okuyan kişinin ölümü anlamasını değil, ölümü yaşamasını, hissetmesini istedim. Bunu sen de istedin, biliyorum Fyodor.

Şimdilerde küçük bir hücre tasarlıyorum kendime. İçinde sadece ben olan... Yanlış anlama lütfen, kendimi bir yere kapatacak değilim. Lakin benim istediğim şeylerin olacağı ve bana ait olan şeylerin olacağı bir hücreden bahsediyorum. Belki sonsuzluğu içinde beklerim.

Bazen kendimi senden daha şanslı hissediyorum. Örneğin küçük bir sevgilim var biliyor musun? İnanılacak gibi değil, evet. Ama var. Üstelik beni sevdiğini de sanıyorum. Ne buldu diye düşünebilirsin. Ben de düşünmüyor değilim. Yine de dostum, bunu yaşamak gerçekten başka bir şey. Hücremin baş köşesini ona ayırdım. Benim için o, artık benden farksız.

Evet, Fyodor. Ben de hazırım van Gogh'un kulağından patates yiyenlerin masasına damlamaya. İçinde kaybolduğumuz şey, esasında içinde var olacağımız şeymiş. Bunu anladım. Bizler kendi çabasını hakir gören insanlar olduk hep. Yok pahasına sömürdük emeklerimizi. Kim olduğumuzu unutmaktan tut da var olduğumuzun bile bilincine varamadık.

Şimdi uyanma vakti Fyodor. Kuşanalım tüm sözcüklerimizi. Belimize taktığımız her düşünce, bizi bir sonraki kuleye taşıyacak. Ayaklanma zamanı şimdi. İçimizdeki sessiz duyguları bir kenara itelim. Bırak, bir süreliğine suçu da cezayı da tanrı düşünsün. Dikelim gözlerimizi gerçeğin kalbine ve düşlerimizi ikinci bir harbe kadar üzerimize giyelim.



Dostun B.

Son Risale

I. ÖFKE

arzın merkezinde bir güvercin ölür
ve ben çeker giderim

vicdansız gölgeler besledik kapı paspaslarında
bir o kadar dört canlı
bir o kadar nankör
kaldı ki emanet ettiğimiz ruhumuzu
zenne misali oynattılar anahtar şıngırtısıyla

somalili bir anne ciğerlerini yırtar
ve ben çeker giderim

endüstri yalanlarının serinliğinde cereyanda kaldık
bir o kadar soysuz
bir o kadar bulanık
ve organ pazarında satışa çıkardığımız ciğerimiz
kelepirden bile alıcı bulamadı

bombalar altında özgürlük diye bağıran bir gerilla asılır
ve ben çeker giderim

öldürmenin doğurmak kadar kutsal olduğunu sandık
bir o kadar kahpe
bir o kadar acımasız
hatta televizyon başında trafik kazaları gördük de
yemeğimize devam etmekte bir sakınca görmedik

II. YALAN

kısa şortlu bir çocuk annesinin baş örtüsüne işer
ve ben çeker giderim

kimliğe küfretmenin modernleşme nişanı olduğuna inandık
bir o kadar hain
bir o kadar yüzsüz
şöyle ki kilise bahçesinde çifleşen köpekler
işlerini bitirdikten sonra cami duvarına işediler

kıyametin hevesle beklendiği zamanlar gelir
ve ben çeker giderim

sonsuzluğun ancak bir son varsa güzel olacağı fikri düştü aklımıza
bir o kadar fütursuz
bir o kadar hayalperest
kendi simurguna uçan hiçbir güvercin dua alamadı ki
yedi vadiyi geçerken kanatları yanmasın

III. AŞK

sevgilinin kahve gözlerinden bir damla yaş dökülür
ve ben çeker giderim

en muazzam korkunun ölüm olmadığını gördük
bir o kadar bencil
bir o kadar unutkan
ki bütün kabiliyetsizliğimizle gönlümüzü
hayvan mezarlıklarına gömdük

nine kucağında diş çıkaran bir bebek ağlar
ve ben çeker giderim

masumiyetin o retina yakan alevine kapıldık
bir o kadar şuursuz
bir o kadar tekdüze
nitekim aşk diye anlatılan masaldan
bir öğlen çayı randevusu bile alamadık

arzın merkezinde bir güvercin ölür
ve ben çeker giderim

hepsinden önemlisinin her daim aşk olduğunu bildik
bir o kadar sessiz
bir o kadar sarhoş
kim bilir belki de aşkın kendisi değil
sadece aşka inanmaktı aslolan

IV. SON

bomboş sinema salonlarında gösterilen film biter
ve ben çeker giderim

cesedimi bavuluma aldım
ruhumu iliştirdiğim ön gözünde
belki bir aşklık daha yer vardır
belki bir ölümlük
bir direnişlik
bir dualık
sessiz sedasız hiçbir şey yapmadan oturmalık
belki bir daha görmeyeceğim birine
görüşmek üzere demelik
yada sadece yalnızlığımı
belli ki eğe büke
belli ki itiştire sıkıştıra sokacağım küçücük bir yer
kim bilir
belki de vardır.


Bünyamin Bayansal
‘Ekim 2008 - İstanbul