23 Kasım 2007 Cuma

Akıl Müzakereleri 1: Giyotin Masalı

Selvi ağaçlarının serinliğine hasret akıl. Özverisinde ahlakını tükettikten sonra yolun en ıssız dönemecinde yolda kaldı. Özgürlük diye çığırdığı günler… Ciğerlerinden kopan her feryadın yangınında kavruldukça, kızgın yağların mayiliğine karıştı. Doğduğunda üzeri boş bir levhaydı. Sonra âlemin tüm acısı, yine kendi damarlarında dolaşan kanla yazıldı üzerine. Mızrak ucu kadar keskin ve parlak bir kalem kullanmıştı zaman. Kazıyarak işledi her edepsizliği. Her çizgide biraz daha derine, daha derine…
Tecavüzlere uğradı akıl. Peş peşe, üst üste… Kanı oluklar halinde en derin mahremiyetine inene kadar. Bağırmadı mı? Çığlıkları arşın dipsizliğinde yankılanana dek yırttı ciğerlerini. Kör kuyuların, çatlamış taşlarına çalındı özsuyu. Dilinde sövdüğü dünyanın geçmişi, dimağında tecavüzün sızısı…
Ve idama mahkûm edildi akıl. Yargısı bir katilinkinden ayırt edilmedi. Oysa cinayetler işlenmişti, vahşetin kıdeminden kaçılmadan. Akıl katil değil, maktulun ta kendisiydi. Akıl bir cinayete kurban gitti. Öldürüldü atmosferin her katmanında. Tarihin her zamanında canına kast edildi. Bütün acısıyla, bütün sancısıyla her seferinde yeni bir ölüm yaşadı akıl. Kiminde darağacı, kiminde yağlı kazık, bazen parçalanıp azgın köpeklere atıldı, bazen gamsız bir katırın arkasından sürüklendi. Her seferinde öldüğü anı düşündü, can suyu akıp gidiyordu damarlarından. Kustukça öfkesini geçmişe, biraz daha biniyordu geleceğin yükü omuzlarına.
Zindanın çilesi içinde yoğruldu akıl. Paslı kapıların tecride yaydığı kokuyu çekti ciğerlerine. Kalın duvarların nemlenmiş yüzeylerine koydu kafasını. Silik yüzlerini düşündü oraya mahkûm edilenlerin. Küçük penceresinden içeri sızan güneş ışığına lanet okudu kimi zaman, getirdiği umuda ve hatırlattığı güzelliklere. Hatırlamasa daha kolaydı aslında. Sırası değildi çağlayan nehirleri, üzerinde kırlangıçlar uçan ağaçları, yeşil vadileri, sonbahar yağmurlarını hatırlamanın. Öfkeliydi akıl ve daha da öfkelenmeliydi. Düşünce levhasını lime lime eden fikir oklarından kurtulmaya yardımcı olmazdı kuşlar, böcekler. Nihayetinde günü geldi aklın. Bir ölüme daha elleri bağlı sürüklendi.
Giyotinin misafiri oldu akıl. Keskin bıçağı altına serildiğinde bütün marifet ve fikirleri, akıl yalvarmanın yersizliğini ancak idrak etti. Özel bir yanı yoktu yaşadığının. Cehennem azabı gibiydi o yıllarca anlatılan. Başın bir taşın altında parçalanır, acısını ruhunun en derininde hissedersin. Çok geçmeden başın tekrar yerine gelir ve tekrar aynı taşın altına itilir. Buydu belki de aklın yaşadığı, özetle. Ölüm ölümü kovalarken, düşünemedi bunları akıl ancak şimdi idrak ediyordu yavaş yavaş. Bu sıradaydı işte tam, cellâdı geldi. Son dua, son istek vesaire ritüellere girmedi bile. Gözlerini yargıcın gözlerine dikti. Bir göz kırpması kadar uzaktı aklın bu ölümü. Bir daha kine diye geçirdi içinde, bir dahakine. Yargıç kırptı gözlerini. Giyotin, gürültülü bir sesle koptu yuvasından ve göz açıp kapayana kadar ikiye ayırdı aklı. Ruh ve beden gibi. Sağ ve sol gibi.
Şimdi özlediği selvi ağacının gölgesindeydi akıl. Yeni bir ölüm için neden arayana kadar.


Bünyamin Bayansal
İstanbul ‘2007

19 Ekim 2007 Cuma

Stalker



“…ve büyük bir deprem oldu. Güneş, keçi kılından yapılmış siyah bir çul gibi karardı. Ay, baştan aşağı kan rengine döndü. İncir ağacı, güçlü bir yel tarafından sarsıldığında nasıl ham incirlerini yere dökerse, gökteki yıldızlar da öylece yeryüzüne düştü. Gökyüzü, dürülen bir tomar gibi ortadan kalktı. Her dağ ve her ada, yerinden sökülüp alındı. Dünyanın kralları, büyükleri, komutanları, zenginleri, güçlüleri, bütün köleleri ve özgür kişileri, mağaralarda ve dağların kayaları arasında gizlendiler. Dağlara ve kayalara seslenip dediler ki, «Üzerimize düşün! Taht üzerinde oturanın yüzünden ve Kuzu'nun gazabından saklayın bizi! Çünkü Onların gazabının büyük günü geldi, buna kim dayanabilir?”

(Yuh. Vah. Böl. 6 Ay. 12- 17)

Gerçeği Arama Gayesiyle Gerçek Olmayana Yolculuk

STALKER

En derindeki isteklerinizi gerçekleştirecek bir oda. İnsan aklı içinde en girift fikir yumaklarının altına sıkışıp kalmış, belki de ömrü boyunca asla farkında olamayacağı isteklerin gerçekleşmesi uğruna; insan nasıl bir cesaret duygusuna bürünebilir ki? Kendine sorduğu en basit sorulara bile kendini kandırarak cevap verebilecekken, neden en derinindekinin açığa çıkmasını istemeli? Göstereceği deli cesareti, akli melekelerinin birbirilerine çarparak parçalanmasını sağlamaktan ve iradesini yitirmekten başka ne işine yarayacak?
1900’lü yılların başlarında Rusya’nın kuzeyine, ne olduğu halen açıklanmamış bir nesnenin düşmesi sonucu çok büyük bir alan içindeki tüm canlı hayat sona ermiş ve 80 yıl boyunca bölge insanlara kapatılmıştır. Bilinen bu olayın Boris ve Arkady Strugatsky kardeşlere ‘Yol Kenarında Piknik’ isimli romanlarını yazmaları için ilham kaynağı olduğu düşünülüyor.
Andrei Tarkovsky, 1932 yılında şuan Beyaz Rusya sınırları içinde olan Zavraje’de; Rusya’nın önemli şairlerinden Arseniy Tarkovsky’nin oğlu olarak doğdu. Şair bir babanın oğlu olmak onun için hayatında ve özellikle sinemasında şiirin ne kadar önemli bir yer tutacağının en belirgin göstergesiydi. ‘Mühürlenmiş Zaman’ isimli biyografik eserinde henüz üç beş yaşlarındayken annesinin ona ‘Savaş ve Barış’ (Lev Tolstoy)’dan pasajlar okuduğunu anlatır. Kültür ve sanat görgüsü bu denli yüksek bir aileden gelen Adrei’nin de yapacağı filmlerde bu çizgiden uzaklaşmayacağı aşikârdı. VGIK Sovyet sinema enstitüsüne başlamadan önce müzik ve Arapça eğitimi alan Tarkovsky, sinema okuluna girdiğinde o dönemin büyük yönetmenlerinden Mikhail Romm’a öğrenci oldu. İlk Uzun metrajlı filmi ‘İvan’ın Çocukluğu’ (1962) ile Venedik Film Festivali büyük ödülünü aldığında dünya sinema otoritelerinin dikkatini çekti. Bundan sonra ‘Solaris’ haricindeki bütün filmleri Sovyet Rusya’da resmi engellere ve sansüre takıldı. ‘Solaris’ ise Stanley Kubrick’in o dönem oldukça ilgi gören filmi ‘2001: A Space Odyssey’ filmin bir cevap olarak değerlendirildi ancak Tarkovsky asla bunu kabul etmedi. Zor ve yalnız bir hayat yaşayan usta yönetmen, hayatının son günlerinde bir yandan İsveç’te İngmar Bergman’ın ekibiyle ‘Kurban’ filmini bitirirken, bir yandan da oğluna burs bulmak için sürekli mektuplar yazıyordu. 1986 yılında ‘Kurban’ filmini bitirdikten sonra, Paris’te akciğer kanserinden vefat etti. Sanat, felsefe ve düşünce dolu bir hayattan geriye kalansa, dünya sinemasına armağan ettiği dördü kısa ve orta metrajlı olmak üzere 12 başyapıt niteliğinde filmdir.
İşte bu 12 filmin içinde biri vardır ki, her saniyesi ve her fotoğrafında ayrı bir deha ürünü, ayrı bir metafor, ayrı bir dünya yaratmıştır Tarkovsky. Hikâye dilinden renk seçimine, usta bir şair edasıyla yazılmış diyaloglarından oyuncu yönetimine, fotoğraf ve kompozisyondaki kusursuz başarısından atmosferi yansıtmasına varana dek her anlamda harikulade bir film ortaya koymayı başarmıştır. İzleyiciye düşense bıkmadan, usanmadan bu başyapıtı okumaya ve anlamaya çalışmaktır.
Tarkovsky’nin bilim-kurgu filmi ‘Solaris’ tüm dünyada çok ciddi yankı uyandırınca, yönetmen oldukça büyük bir bütçeyle Strugatsky kardeşlerin ‘Yol Kenarından Piknik’ isimli romanından bir uyarlama çekmek üzere Stalker (İz Sürücü)’in çalışmalarına başladı. Bu birebir bir uyarlama değildi. O nedenle pek çok noktada Tarkovsky, sanatını rahatlıkla icra etme fırsatı buldu. Her ne kadar karakterler birbirilerine çok benzese de ustanın yarattığı durum ve eşsiz diyaloglar filme bağımsız bir hava kattı. Filmin bir Bilim-Kurgu olması nedeniyle meraklıları, filmde pek çok efekt bekliyorlardı ancak Tarkovsky bütün özel efektleri senaryodan çıkardı. Bununla da yetinmeyip filmdeki yan hikâyeleri de attı. Geriye sadece bir yazar, bir fizik profesörü ve onları gerçek isteklerinin gerçekleşeceği bölgeye götürecek olan iz sürücünün, mistik, zaman zaman aklın sınırlarını zorlayan, metaforlarla dolu hikâyesi kaldı. Filmin temel problemi olarak karşımıza çıkan soru ‘İnsan en derindeki isteklerinin gerçekleşmesini ister mi?’ sorusuydu. Fakat Tarkovsky başyapıtında buna cevap vermeyi doğru bulmadı. O izleyicisini her an bir karakteriyle empati içine itip, izleyicinin kendine tıpkı karakterlerinin yaptığı gibi kendini sorgulama fırsatı tanıdı.
Yirmi yıl öncesinde göktaşının düştüğüne inanılan bir bölge, zamanla askeri koruma alanına alınmış ve içeriye insan giriş-çıkışı yasaklanmıştır. Ulaşımın demir yoluyla askeri bölgeyi geçerek sağlanabildiği ‘Bölge’ yeşillik olmasına rağmen çiçek kokularının alınmadığı, kimsenin olmadığı, duygunun yok kabul edildiği, sessiz bir yerdir. Yapılan taramalarda bir göktaşı bulunamasa da, bu durum insanlar arasında çeşitli söylentiler doğurmuştur. Zaman içinde insanlar, adına ‘Bölge’ (Zone) dedikleri bu koruma alanına gitmiş ve kimse geri dönmemiştir. Bu insanlardaki merakı iyice tetiklemiş, söylentiler daha da artmıştır. Artık ‘Bölge’de bulunan bir odanın insanın en derinindeki istekleri gerçekleştirdiğine dair insanlar arasında bir inanış yayılmıştır.
Bu inanış akabinde ‘Bölge’ dışındaki dünyada öz isteklerini görme cesaretini gösteren insanlar ve bu insanları ‘Bölge’ye götürme işini meslek haline gelmiş iz sürücüler önderliğinde, canlarını tehlikeye atarak, merakları uğruna ‘Bölge’ye girmeye başlamışlardır.
Tamda bu noktada Tarkovsky’nin anlatım dilinden bahsetmekte fayda var. Açılış sekansında yarattığı atmosfer, hikayesini izleyeceğimiz karakterlerden biri olan İz sürücünün evinde o bunaltıcı havadır. ‘Bölge’ dışındaki dünyayı siyah-beyaz göstermeyi tercih eden Tarkovsky, insanların yaşamlarının ne denli durağan ve karanlık geçtiğini adeta resmeder. Bunu yaparken küçük sarsıntılar göstererek sanki iç dünyalarında harekete ne kadar aç olduklarını anlatırcasına görüntünün dilini konuşturur. Siyah beyaz olmasına rağmen, tercih edilen kontrast ve renk-ışık düzeni bir anda iz sürücünün evini izleyicinin evi haline getirir. Bir karısı ve bir çocuğu olan iz sürücü, iki müşterisiyle buluşmak üzere yatağından kalktığında büründüğü ifadeler, sanki yıllardır onunla birlikte yaşıyormuş hissi uyandırır. Bir süre sonra iz sürücünün karısını, bu yolculuğa çıkmaması konusunda iz sürücüyle tartışırken buluruz. Yalnız bu akış bizde bitmek tükenmek bilmeyen bir kasvet yarattığından, ister istemez adamın karısına hak veririz. Elbette iz sürücü karısı dinlemeyecek ve yolculuğa çıkacaktır.
Nihayet diğer karakterlerimizi tanıdığımız yıkık, dökük barda, yine fotoğrafın cazibesi bizi pek çok beklentinin içine çeker. Burada, yazar ve profesörün kendi dünya görüşleri ve ‘Bölge’ye gitme nedenlerine ilişkin bir sohbete tanık oluruz. Her ikisi de kendince mantıklı bir dayanağa sahip olsalar da, gerçeği bulmak için gittikleri yerin gerçekliğine olan inançlarını çok geçmeden sorgulamaya başlarlar. İzleyicinin de eş zamanlı olarak bu soruları kendine sorması, Tarkovsky’nin seyircisiyle ne kadar iletişim halinde olduğunun bir kanıtı sayılabilir.
Hem fiziksel hem de duygusal olarak yolculuğun hazırlıkları tamamlandığında, dolambaçlı bir yoldan, kimi zaman ateş altında kalsalar da üçlü ‘Bölge’ye girmeyi başarır.
Elbette ‘Bölge’ye girmek sadece işin başıdır. Bundan sonra iz sürücünün önderliğinde uzun, yorucu bir yolculuk başlar. Bu yolculuk esnasında karakterlerimizin pek çok noktada yaşadıkları tereddütlere, kendilerine karşı yaptıkları itiraflara eşlik ediyoruz. Ruhlarının sınandığını anlamamız çok uzun sürmüyor. Gösterdikleri cesaretin bilincinde olmakla birlikte, aslında inanamadıkları bir şeyin peşinden gittiklerini bizde en az onlar kadar net kavrıyoruz. Örneğin esin kaynağını kaybettiğini iddia eden yazarın odadan beklentisi gayet açıkken, acaba gerçekten istediği bir ilham mı, yoksa sadece ‘bölge’ye girmek için kendine uydurduğu bir bahane mi sorusu en az yazar kadar bizimde aklımızı meşgul ediyor. Diğer yandan ne kadar gerçek bir amacın peşinde oldukları zaten aklımızın her an bir köşesini kurcalıyor.
Tüm bu iç hesaplaşmalar içinde diyaloglar o kadar özenli ve düzgün yerleştirilmiş ki, karakterlerin dillerinden dökülen sesler sanki o an kalbinizden geçirdiklerinizin dışa yansıması gibi.
Bu karakterler arasında en önemli durumlardan biri de şüphesiz Tarkovsky’nin dâhiyane bir biçimde çatıştırdığı sanat ve bilim kavramlarıdır. Yarattığı karakterlerden biri yazar ve sanatı temsil ederken, diğeri bir profesör ve bilimi temsil etmekte. Usta bu karakterlerin olaylara verdikleri reaksiyonları bile sanki sanatın ve bilimin tutumlarını göz önüne alarak yaratmış. Filmin başrol oyuncuları sanat ve bilim, elbette birde iz sürücünün simgelediği, taraf olamama, dolayısıyla her iki tarafa hizmet etme durumu var. Tüm bunların içinde Tarkovsky’de kamerasının yarattığı görsellikle sanatını, hikaye ve diyaloglarının yarattığı felsefeyle bilimini ustalıkla konuşturmuş. Ayrıca çok hassas bir incelikle hem Rus sanat çevrelerini eleştirmiş hem de Sovyet yönetim sistemini zarif bir üslupla eleştirmiştir.
Nihayet aranan odaya gelindiğinde, aslında bütün filmin bir eşik filmi olduğunu hemen anlıyoruz. Evet, hayatımız her zaman bir eşiğin önünde. Önümüzde her zaman bir kapı var ancak ardındakinin gerçekliği bilinmiyor. İşte karakterlerimizin fikirsel, duygusal ve fiziksel anlamda doruklarına çıktıkları yer tam olarak orası.
Bu eşsiz filmin yapımı esnasında çıkan pek çok aksaklığa rağmen Tarkovsky sinema tarihine bir altın yıldız bağışlamayı başarmıştır. Oysa çekimleri esnasında Görüntü Yönetmeni’nin seti terk etmesinden tutunda, ekibin zehirli atıklara maruz kalması, üstüne çekimler tamamlandıktan sonra filmin laboratuarda yakılması, Tarkovsky’nin tekrar bütçe arayışına girip bugün izlediğimiz, halini ilk bütçenin sadece beş de birine çekmeyi başarması ve hepsinden önemlisi bu filmin yapımı esnasında Andrei Tarkovsky’nin iki kez kalp krizi geçirmiş olması filmin ne şartlarda çekildiğini gözler önüne sermeye yeter de artar.






yaz bitmiş yazıt bırakmaksızın,dünya neşeyle esrik, ama yeterli değil.sonsuz yaşamın himayesi,ilgisiyle mest oldum,ikna oldum şansıma,ama yeterli değil.hiçbir yaprak, asla sararmadı,hiçbir dal hoyratça kopmadı,gün, cam gibi, her şeyi yıkadı,ama yeterli değil. ”

Arseniy Tarkovsky






Bünyamin Bayansal
Temmuz ’07 - İstanbul

Tin Deminde Aşk

(‘muhattab-ı aşka’)



Öz suyunda kaynar ancak, içimde halk olanın vahası
Bir berceste aktı dilime…
Aşk buldu beni!
Parlak bir katre düştü, daha dün içimde kavrulan sahraya

Öyle tenha ki duvarları sessizlik…

Tin işgallerini bertaraf,
Kalb
Hakikat taşlarında seksek
Maddede dalga dalga ebrâr

Ab-ı ömre bürhan…

Şefeteyn arasında bir lisan
Mesudiyet sanki yağıyor arşın gamâmelerinden
Nihayet buldu dermanı gönül
Göz doydu salâha

Tin huzuruna kavuştu…





Bünyamin Bayansal
‘2007 – İstanbul

28 Eylül 2007 Cuma

Feminel Kaos İçinde Özgürlüğün Karın Ağrıları...

'Bu ülkede' diye ısrarla başlayan cümleler, uzayıp giden hukuk devleti tartışmaları ve hatta laik düzenin parça pinçik edildiğine dair laf kalabalıkları...
Şimdi efendim, malumunuzdur ki ülke gündeminin irin suyu çıkarıldı. Bir yeni anayasa kavgası tutturulmuş hemen ardına başörtüsü (modern ve siyasi tabirle türban) iliştirilmiş, onunda ardına kadın hakları ve kadın erkek eşitliği meselesi kancalanmış. İnsanların dilinde kalıplaşmış söylemler var. Öreki 'hayır efendim Türkiye Cumhuriyeti laik ve moden bir hukuk devletidir, o sebeple türban bu moderniteye bir kara bir zededir' derken, beriki de 'Bu benim vicdani hakkım, ister okula giderim ister evimde otururum' diyerek çift taraflı bir soyut kutuplaşma yaratıp, kendi doğrusunu karşı tarafa dayatma yolunu tecih etmekte.
Aslında meselenin bu derece yayvanlaşıp, dillere pelesenk olmasının altında başka şeyler olduğunu düşünmekte aciz aklım.
Şöyle ki nereden başlayacağımı bilememekle birlikte, öncelikli problemin toplumdaki ötekileştirme kaygısı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu ötekileştirme tahmin edildiği yahut kabul edildiği üzere sen bizden değilsin (çünkü açıksın/çünkü örtülüsün) tavrından çok, bunun insanın kendi vicdani kaygıları sonucu ortaya çıktığını düşünmekteyim. Bu en basit haliyle 'Ya doğruysa' mantığı diyebiliriz. Bunu kısaca açalım.
Habil ile Kabil'in mevzuunu hepimiz kıyısından köşesinden biliriz. Habil, Kabil tarafında katledilmiştir ve Kabil insanlık tarihimizin ilk sayfalarına adını -biraz kırmızıya çalan- altın harflerle yazdırmıştır. Bunun nedenselliği hepimizin zihninde çeşitli şekillerde tezahur eder ancak bunun özünü asla düşümeyiz. Sıradan bir mantık yürütüyorum. İnsanlardaki kıskançlık güdüsünün açığa çıktğı noktalar (rivayet edildiğine göre Kabil, Habil'i kıskandığı için öldürmüştür) ele alındığında somut bir nedenden dolayı insanın kıskançlık hissetmesi pek sık rastlanan birşey değil ki zaman içerisinde zaten insan bu kıskançlık duygusuna alışarak hayatını sürdürmeyi öğrenir. Neticede herkes kendine piyango vurmasını ister, vuranları kıskanır. Fakat diğer tarafta aslında çokta farkında olmadığımız ama kıskançlık güdümüzü tetikleyen bazı duygusal durumlar var. Bunlar tamamen insanın iç alemiyle ilişkili, duygu devinimler. Bunun en somut örneği, çevremizdeki iyilik abideleri. Yardımsever, tatlı dilli, hiç kimseyi kırmayan, sinirlenmeyen, sessiz, sakin ve daha pek çok sıfatla anabileceğiniz sinir bozucu insan profilleri. Her yerde karşılaşabileceğiniz, sayıları azımsanmayacak derece fazla Habil zihniyetli insanlar. Ve diğerleri. Bizler Habil ve Kabil'in torunları olduğumuza göre (eğer tabiat ananın bizi peydahladığını düşünmüyorsak) eğer Habil değilsek geriye çok fazla seçenek kalmıyor. Şunu ciddiyetle hissedebiliyorum ki Kabil aslında Habil'i, Allah'ın onun armağanlarını kabul etmesinden dolayı öldürmedi. Kabil, Habil'in iyiliğinden rahatsızdı. Çünkü Habil etraftayken, Kabil'lerin aslında çokta iyi olmadıkları belirginleşiyordur. Bir şekilde teşir edilmiş gibi hissediyorlardır (ve etmeye devam ediyorlar).
Bugüne gelirsek. insalarda kendinden olmayanı kabul edememe ve tahammül problemlerinin kaynağını buna bağlıyorum. İşin tarihsel yükü, cumhuriyet kaygıları bir yana temelde her birey etrafında inandığı şeye kendinden daha fazla sahip çıkan birini gördüğünde bir kıskanma tutumu sergiler. Bu duyguyu bertaraf etmenin yolu ise zihinsel anlamda aydınlanmaktan geçer. Kimse Habil olmak zorunda değildir, ancak herkes aydınlanıp Habil'in özelliklerini kendinde çalışır duruma getirebilir. Nitekim bu aygıtlar her insanda mevcuttur. Sadece çalışma prensiplerini içleştirmek gerekir.
Bir diğer mesele herkesin sıkça üzerinde durduğu, medyada üzerine yayınlar çıkarılan, programlar yapılan, herkesin var olduğunu çok iyi bildiği ama ısrar kılını kıpırdatmadığı, kavram karışıklığı durumu. Özellikle bu üzerine lafazanlik ettiğimiz hadisede bazı belli başlı kavramlar ve bunlar üzerine kişilerin, ideolojileri, hukuki yada ictimai yaşam biçimleri üzerinden yükledikleri bazı anlamlar vardır. Kısaca birkaç örnekle değinmek isterim
Birincisi 'modernite'. Modern toplum. Modern birey. Böyle sosyal hayatımız içindeki tüm sözde içi dolu sözcüklerin önüne koyabileceğimiz, gayet de entel duran bir sıfat. Ancak herkesin de kendince yorumlayabileceği bir sıfat aynı zamanda. Bu sözcüğün muadilleri de var mesela, sıkça kullanılır. Çağdaş, Uygar gibi.
Şimdi, küçük aklımla düşünüyorum. Moderniteyi belirleyen kriter nedir? Bu basit soru karşısında birkaç cevap alıyorum kendimden. Cevapıların ciddiyet anlamında en baskınları Batı, Avrupa, Mustafa Kemal Atatürk, biraz tarih sırasıyla devam ediyor. En baskınları diyorum, zira cevaplar içerisinde Marilyn Monroe, Stalin, Fetullah Gülen, Godart, Sartre gibi isimlerde var. Tabi bunlar toplumun bana dayattığı magazinel düşünme yetisinden ileri gelen seçenekler. İlk iki seçenek üzerine birer soruyla bu sözcüğü geçmek istiyorum. Birin seçenek Batı dedik. Şimdi madem Batılı toplumları örnek alıyorsak, Batı'nın yemek ve aile içi kültür konusunda oldukça geniş olduğunu biliyoruz (sümüklü canlı tüketimi - swinger eş değiştirme toplantıları, komşuluğun başka bir çeşidi) neden bu modern özelliklerini kendimize örnek kabul etmiyoruz? İkincisi Avrupa toplumları değil midir ki Endülüs Emevilerinin yıkılmasını dört gözle bekleyip sonrada oradan kaynak gibi fışkıran medeniyeti sömüren? Aleni bir ifadeyle benim medeniyetimin, bana satılması.
Modern kavramını değerlendirirken insanlar aslında kendi perpektiflerine ve vicdanlarına uygun olarak değerlendirmeler yaparlar. Modern olduğunu iddia eden biri, başörtüsünün çağdaş bir elbise olmadığını, kendi küçük aklında dayandırdığı bazı noktaları hesaba katarak savunurken, diğer yandan başörtülü bir hanımda yine küçük aklıyla modernliğin görünüş değil üretim, bilgi, paylaşım ve ahlaki anlamında zirveye çıkma olarak tanımlar. Basit bir örnek. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye, İsrail tanklarını 'modernize' (tırnağa dikkat) etmek üzere bir anlaşma yaptı. Şimdi her iki bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, Türkiye birine göre tankın yüzeyini modern bir renk olmadığı için yeşilden mora çevirdiğinde modernizasyon tamamlanmış olacak, diğerinin görüşüne göre ise renge takılmayıp, silah aksamını ve diğer teknik techizhatını geliştirip, daha çok can alması adına daha kullanışlı bir cihaz haline getirecektir. Yorum yazıya buraya kadar sabretmiş olanlarındır.


N: Müsadenizle yazıyı burada kesmek istiyorum, yazının devamında bu çerçeveden Laik düzen, Demokrasin tanımı, korkular ve kaygılar, ayrıca kadın haklarına genel bir bakış konularına değineceğim, sabrınız için minnetarım.
Isırık Saplı Kalem