19 Ekim 2007 Cuma

Stalker



“…ve büyük bir deprem oldu. Güneş, keçi kılından yapılmış siyah bir çul gibi karardı. Ay, baştan aşağı kan rengine döndü. İncir ağacı, güçlü bir yel tarafından sarsıldığında nasıl ham incirlerini yere dökerse, gökteki yıldızlar da öylece yeryüzüne düştü. Gökyüzü, dürülen bir tomar gibi ortadan kalktı. Her dağ ve her ada, yerinden sökülüp alındı. Dünyanın kralları, büyükleri, komutanları, zenginleri, güçlüleri, bütün köleleri ve özgür kişileri, mağaralarda ve dağların kayaları arasında gizlendiler. Dağlara ve kayalara seslenip dediler ki, «Üzerimize düşün! Taht üzerinde oturanın yüzünden ve Kuzu'nun gazabından saklayın bizi! Çünkü Onların gazabının büyük günü geldi, buna kim dayanabilir?”

(Yuh. Vah. Böl. 6 Ay. 12- 17)

Gerçeği Arama Gayesiyle Gerçek Olmayana Yolculuk

STALKER

En derindeki isteklerinizi gerçekleştirecek bir oda. İnsan aklı içinde en girift fikir yumaklarının altına sıkışıp kalmış, belki de ömrü boyunca asla farkında olamayacağı isteklerin gerçekleşmesi uğruna; insan nasıl bir cesaret duygusuna bürünebilir ki? Kendine sorduğu en basit sorulara bile kendini kandırarak cevap verebilecekken, neden en derinindekinin açığa çıkmasını istemeli? Göstereceği deli cesareti, akli melekelerinin birbirilerine çarparak parçalanmasını sağlamaktan ve iradesini yitirmekten başka ne işine yarayacak?
1900’lü yılların başlarında Rusya’nın kuzeyine, ne olduğu halen açıklanmamış bir nesnenin düşmesi sonucu çok büyük bir alan içindeki tüm canlı hayat sona ermiş ve 80 yıl boyunca bölge insanlara kapatılmıştır. Bilinen bu olayın Boris ve Arkady Strugatsky kardeşlere ‘Yol Kenarında Piknik’ isimli romanlarını yazmaları için ilham kaynağı olduğu düşünülüyor.
Andrei Tarkovsky, 1932 yılında şuan Beyaz Rusya sınırları içinde olan Zavraje’de; Rusya’nın önemli şairlerinden Arseniy Tarkovsky’nin oğlu olarak doğdu. Şair bir babanın oğlu olmak onun için hayatında ve özellikle sinemasında şiirin ne kadar önemli bir yer tutacağının en belirgin göstergesiydi. ‘Mühürlenmiş Zaman’ isimli biyografik eserinde henüz üç beş yaşlarındayken annesinin ona ‘Savaş ve Barış’ (Lev Tolstoy)’dan pasajlar okuduğunu anlatır. Kültür ve sanat görgüsü bu denli yüksek bir aileden gelen Adrei’nin de yapacağı filmlerde bu çizgiden uzaklaşmayacağı aşikârdı. VGIK Sovyet sinema enstitüsüne başlamadan önce müzik ve Arapça eğitimi alan Tarkovsky, sinema okuluna girdiğinde o dönemin büyük yönetmenlerinden Mikhail Romm’a öğrenci oldu. İlk Uzun metrajlı filmi ‘İvan’ın Çocukluğu’ (1962) ile Venedik Film Festivali büyük ödülünü aldığında dünya sinema otoritelerinin dikkatini çekti. Bundan sonra ‘Solaris’ haricindeki bütün filmleri Sovyet Rusya’da resmi engellere ve sansüre takıldı. ‘Solaris’ ise Stanley Kubrick’in o dönem oldukça ilgi gören filmi ‘2001: A Space Odyssey’ filmin bir cevap olarak değerlendirildi ancak Tarkovsky asla bunu kabul etmedi. Zor ve yalnız bir hayat yaşayan usta yönetmen, hayatının son günlerinde bir yandan İsveç’te İngmar Bergman’ın ekibiyle ‘Kurban’ filmini bitirirken, bir yandan da oğluna burs bulmak için sürekli mektuplar yazıyordu. 1986 yılında ‘Kurban’ filmini bitirdikten sonra, Paris’te akciğer kanserinden vefat etti. Sanat, felsefe ve düşünce dolu bir hayattan geriye kalansa, dünya sinemasına armağan ettiği dördü kısa ve orta metrajlı olmak üzere 12 başyapıt niteliğinde filmdir.
İşte bu 12 filmin içinde biri vardır ki, her saniyesi ve her fotoğrafında ayrı bir deha ürünü, ayrı bir metafor, ayrı bir dünya yaratmıştır Tarkovsky. Hikâye dilinden renk seçimine, usta bir şair edasıyla yazılmış diyaloglarından oyuncu yönetimine, fotoğraf ve kompozisyondaki kusursuz başarısından atmosferi yansıtmasına varana dek her anlamda harikulade bir film ortaya koymayı başarmıştır. İzleyiciye düşense bıkmadan, usanmadan bu başyapıtı okumaya ve anlamaya çalışmaktır.
Tarkovsky’nin bilim-kurgu filmi ‘Solaris’ tüm dünyada çok ciddi yankı uyandırınca, yönetmen oldukça büyük bir bütçeyle Strugatsky kardeşlerin ‘Yol Kenarından Piknik’ isimli romanından bir uyarlama çekmek üzere Stalker (İz Sürücü)’in çalışmalarına başladı. Bu birebir bir uyarlama değildi. O nedenle pek çok noktada Tarkovsky, sanatını rahatlıkla icra etme fırsatı buldu. Her ne kadar karakterler birbirilerine çok benzese de ustanın yarattığı durum ve eşsiz diyaloglar filme bağımsız bir hava kattı. Filmin bir Bilim-Kurgu olması nedeniyle meraklıları, filmde pek çok efekt bekliyorlardı ancak Tarkovsky bütün özel efektleri senaryodan çıkardı. Bununla da yetinmeyip filmdeki yan hikâyeleri de attı. Geriye sadece bir yazar, bir fizik profesörü ve onları gerçek isteklerinin gerçekleşeceği bölgeye götürecek olan iz sürücünün, mistik, zaman zaman aklın sınırlarını zorlayan, metaforlarla dolu hikâyesi kaldı. Filmin temel problemi olarak karşımıza çıkan soru ‘İnsan en derindeki isteklerinin gerçekleşmesini ister mi?’ sorusuydu. Fakat Tarkovsky başyapıtında buna cevap vermeyi doğru bulmadı. O izleyicisini her an bir karakteriyle empati içine itip, izleyicinin kendine tıpkı karakterlerinin yaptığı gibi kendini sorgulama fırsatı tanıdı.
Yirmi yıl öncesinde göktaşının düştüğüne inanılan bir bölge, zamanla askeri koruma alanına alınmış ve içeriye insan giriş-çıkışı yasaklanmıştır. Ulaşımın demir yoluyla askeri bölgeyi geçerek sağlanabildiği ‘Bölge’ yeşillik olmasına rağmen çiçek kokularının alınmadığı, kimsenin olmadığı, duygunun yok kabul edildiği, sessiz bir yerdir. Yapılan taramalarda bir göktaşı bulunamasa da, bu durum insanlar arasında çeşitli söylentiler doğurmuştur. Zaman içinde insanlar, adına ‘Bölge’ (Zone) dedikleri bu koruma alanına gitmiş ve kimse geri dönmemiştir. Bu insanlardaki merakı iyice tetiklemiş, söylentiler daha da artmıştır. Artık ‘Bölge’de bulunan bir odanın insanın en derinindeki istekleri gerçekleştirdiğine dair insanlar arasında bir inanış yayılmıştır.
Bu inanış akabinde ‘Bölge’ dışındaki dünyada öz isteklerini görme cesaretini gösteren insanlar ve bu insanları ‘Bölge’ye götürme işini meslek haline gelmiş iz sürücüler önderliğinde, canlarını tehlikeye atarak, merakları uğruna ‘Bölge’ye girmeye başlamışlardır.
Tamda bu noktada Tarkovsky’nin anlatım dilinden bahsetmekte fayda var. Açılış sekansında yarattığı atmosfer, hikayesini izleyeceğimiz karakterlerden biri olan İz sürücünün evinde o bunaltıcı havadır. ‘Bölge’ dışındaki dünyayı siyah-beyaz göstermeyi tercih eden Tarkovsky, insanların yaşamlarının ne denli durağan ve karanlık geçtiğini adeta resmeder. Bunu yaparken küçük sarsıntılar göstererek sanki iç dünyalarında harekete ne kadar aç olduklarını anlatırcasına görüntünün dilini konuşturur. Siyah beyaz olmasına rağmen, tercih edilen kontrast ve renk-ışık düzeni bir anda iz sürücünün evini izleyicinin evi haline getirir. Bir karısı ve bir çocuğu olan iz sürücü, iki müşterisiyle buluşmak üzere yatağından kalktığında büründüğü ifadeler, sanki yıllardır onunla birlikte yaşıyormuş hissi uyandırır. Bir süre sonra iz sürücünün karısını, bu yolculuğa çıkmaması konusunda iz sürücüyle tartışırken buluruz. Yalnız bu akış bizde bitmek tükenmek bilmeyen bir kasvet yarattığından, ister istemez adamın karısına hak veririz. Elbette iz sürücü karısı dinlemeyecek ve yolculuğa çıkacaktır.
Nihayet diğer karakterlerimizi tanıdığımız yıkık, dökük barda, yine fotoğrafın cazibesi bizi pek çok beklentinin içine çeker. Burada, yazar ve profesörün kendi dünya görüşleri ve ‘Bölge’ye gitme nedenlerine ilişkin bir sohbete tanık oluruz. Her ikisi de kendince mantıklı bir dayanağa sahip olsalar da, gerçeği bulmak için gittikleri yerin gerçekliğine olan inançlarını çok geçmeden sorgulamaya başlarlar. İzleyicinin de eş zamanlı olarak bu soruları kendine sorması, Tarkovsky’nin seyircisiyle ne kadar iletişim halinde olduğunun bir kanıtı sayılabilir.
Hem fiziksel hem de duygusal olarak yolculuğun hazırlıkları tamamlandığında, dolambaçlı bir yoldan, kimi zaman ateş altında kalsalar da üçlü ‘Bölge’ye girmeyi başarır.
Elbette ‘Bölge’ye girmek sadece işin başıdır. Bundan sonra iz sürücünün önderliğinde uzun, yorucu bir yolculuk başlar. Bu yolculuk esnasında karakterlerimizin pek çok noktada yaşadıkları tereddütlere, kendilerine karşı yaptıkları itiraflara eşlik ediyoruz. Ruhlarının sınandığını anlamamız çok uzun sürmüyor. Gösterdikleri cesaretin bilincinde olmakla birlikte, aslında inanamadıkları bir şeyin peşinden gittiklerini bizde en az onlar kadar net kavrıyoruz. Örneğin esin kaynağını kaybettiğini iddia eden yazarın odadan beklentisi gayet açıkken, acaba gerçekten istediği bir ilham mı, yoksa sadece ‘bölge’ye girmek için kendine uydurduğu bir bahane mi sorusu en az yazar kadar bizimde aklımızı meşgul ediyor. Diğer yandan ne kadar gerçek bir amacın peşinde oldukları zaten aklımızın her an bir köşesini kurcalıyor.
Tüm bu iç hesaplaşmalar içinde diyaloglar o kadar özenli ve düzgün yerleştirilmiş ki, karakterlerin dillerinden dökülen sesler sanki o an kalbinizden geçirdiklerinizin dışa yansıması gibi.
Bu karakterler arasında en önemli durumlardan biri de şüphesiz Tarkovsky’nin dâhiyane bir biçimde çatıştırdığı sanat ve bilim kavramlarıdır. Yarattığı karakterlerden biri yazar ve sanatı temsil ederken, diğeri bir profesör ve bilimi temsil etmekte. Usta bu karakterlerin olaylara verdikleri reaksiyonları bile sanki sanatın ve bilimin tutumlarını göz önüne alarak yaratmış. Filmin başrol oyuncuları sanat ve bilim, elbette birde iz sürücünün simgelediği, taraf olamama, dolayısıyla her iki tarafa hizmet etme durumu var. Tüm bunların içinde Tarkovsky’de kamerasının yarattığı görsellikle sanatını, hikaye ve diyaloglarının yarattığı felsefeyle bilimini ustalıkla konuşturmuş. Ayrıca çok hassas bir incelikle hem Rus sanat çevrelerini eleştirmiş hem de Sovyet yönetim sistemini zarif bir üslupla eleştirmiştir.
Nihayet aranan odaya gelindiğinde, aslında bütün filmin bir eşik filmi olduğunu hemen anlıyoruz. Evet, hayatımız her zaman bir eşiğin önünde. Önümüzde her zaman bir kapı var ancak ardındakinin gerçekliği bilinmiyor. İşte karakterlerimizin fikirsel, duygusal ve fiziksel anlamda doruklarına çıktıkları yer tam olarak orası.
Bu eşsiz filmin yapımı esnasında çıkan pek çok aksaklığa rağmen Tarkovsky sinema tarihine bir altın yıldız bağışlamayı başarmıştır. Oysa çekimleri esnasında Görüntü Yönetmeni’nin seti terk etmesinden tutunda, ekibin zehirli atıklara maruz kalması, üstüne çekimler tamamlandıktan sonra filmin laboratuarda yakılması, Tarkovsky’nin tekrar bütçe arayışına girip bugün izlediğimiz, halini ilk bütçenin sadece beş de birine çekmeyi başarması ve hepsinden önemlisi bu filmin yapımı esnasında Andrei Tarkovsky’nin iki kez kalp krizi geçirmiş olması filmin ne şartlarda çekildiğini gözler önüne sermeye yeter de artar.






yaz bitmiş yazıt bırakmaksızın,dünya neşeyle esrik, ama yeterli değil.sonsuz yaşamın himayesi,ilgisiyle mest oldum,ikna oldum şansıma,ama yeterli değil.hiçbir yaprak, asla sararmadı,hiçbir dal hoyratça kopmadı,gün, cam gibi, her şeyi yıkadı,ama yeterli değil. ”

Arseniy Tarkovsky






Bünyamin Bayansal
Temmuz ’07 - İstanbul

Tin Deminde Aşk

(‘muhattab-ı aşka’)



Öz suyunda kaynar ancak, içimde halk olanın vahası
Bir berceste aktı dilime…
Aşk buldu beni!
Parlak bir katre düştü, daha dün içimde kavrulan sahraya

Öyle tenha ki duvarları sessizlik…

Tin işgallerini bertaraf,
Kalb
Hakikat taşlarında seksek
Maddede dalga dalga ebrâr

Ab-ı ömre bürhan…

Şefeteyn arasında bir lisan
Mesudiyet sanki yağıyor arşın gamâmelerinden
Nihayet buldu dermanı gönül
Göz doydu salâha

Tin huzuruna kavuştu…





Bünyamin Bayansal
‘2007 – İstanbul