23 Kasım 2008 Pazar

Fil

Sessiz sedasız haykırışları yerkabuğunun, yaralı genç kız kalbinde yankılanıyordu Kabil Habil’e kıydığından beri…. Sodom ve Gomore sular altında. Nil mahlûkatına karıştı Firavun. Ölüm her kapıyı çaldığında bir parça toprak bıraktı avluya. İbret kelleleri geçirildi mızrak uçlarına ve şehir şehir dolaştırıldı. Kızıl denizin kızıllığı güneşin alametiydi belki ama kan aktı bütün insanlığın ta en derin kuyusuna. Varlık ağlamadı Semud’un ardından ki bir haçlı saldırısı kadar masumdu, Timur’un akıttığı kan.

Ağlamaklı şimdi dünya… Neye niyet, neye kısmet. Belki de arza değen her gözyaşı düştüğü yanağın çığlığını koparıyor yedi kat arşta. Akıl ki melekeden muaf, düşünüyor hissizce geçmişin tahta bacaklı topallayışlarını. Her kıvrımında bir zulüm mü var bu hayatın?

Tarih diye önümüze konan meze belki de zulmün kullanım kılavuzudur. Hatıraları, acı dolu bir taş mı yarattı bu gidişat ki adına da insan dedi… Bu yürek dedikleri taşlarla Babil kulesini kıskandıracak yapıyı çıkaran şey… Her kenarından kan damlayan, yinede göze insan görünen duvar yıkıntısı…

Kimin sahte gözlüklerini takınıp da zifir bir hayale kapıldı bu beşer? Bu çalan ziller, çekirdeğin habercisi! Nihayet indi arzın merkezine ahlak ve o açılan delikten yuttu tüm nefisleri. Çekirdeğin serinliğinde yaşayan tüm ruhlar, zafer sandılar zulüm zevkinden aldıkları coşkuyu. Küçücük bir inci pırıltısında gizliydi oysa kurtuluş. Sadece bakmak gerekiyordu tozlu aynanın ardına. Bir kim sorusu kadar yakındı insana, kim olduğunun cevabı. Ancak o sıcağın cazibesine kapıldı aklının orta yerinde ve ruhunu kir pas içindeki birkaç eğlenceye sattı, ahlakın panayır yerinde.

Elbette kandırmak kolaydı yüreği çağlayan ateşi gibi yanan fili ve söndürmekti derdi coşmuş olan çağlayanı. Nihayetinde bir zehir damlası yetti fili sersemletmeye. Yürüdü, yürüdü ve Nil nehrinin kıyısına geldi. Ama bilmiyordu ki oraya daha önce firavunun zerreleri karışmış. İçti zehirli sudan, sersemledi ve yürümeye devam etti. Gözlerimi serap âlemine dalmıştı, yoksa burası Âdem’in şeytanca kandırıldığı yer miydi? Bir ısırık da fil aldı Âdem’in elmasından. Yine bir sarhoşluk sardı etrafını filin. Korkuları tükeniyordu artık. Nihayet o deliğe geldi. Etrafına baktı. Yanıyordu her yer. Karanlık bir duman kaplamıştı gökyüzünü. Deliğe baktı ve çekirdeği gördü. Ateş topunun etrafında dans eden ruhlar… Çıplaktı her biri ve mahremiyetlerini tutuyorlardı. Sonra filin önüne, deliğin hemen yanına bir yağmur damlası düştü. Fil kafasını gökyüzüne kaldırdı. Karabulutların arasında bir kan damlası geliyordu tam üzerine doğru. Fil korkuyla bir adım geri attı ve damla deliğe düştü. Çekirdeğin kalbine. Bir coşku koptu ki ahlakın bittiği yerde, fil baktı, olduğu yere yığıldı. Kan için coşan ruhlardan mı olacaktı?

Aciz bir aklın, kan ağlayan feryadı bu. Bir fil ömrü kadar basit bir hayat, bir film ömrü kadar ağır bir hayat... Sırtına yüklenen tuğlalar, her biri birer insan. Sırtına yüklenen insanlar, her biri birer evren. Yük filin sırtında, yaratılış filin sırtında.
Şimdi toz-toprak, dağ-taş, nehirler ve göller, el açtılar inandıkları şeye ve dediler:
“Biz artık ne çekirdeğin alevi, ne de insan kisvesindeki tuğlaların örüleceği duvara harç olmak istemiyoruz. Çünkü bize kan değdi.”


Bünyamin Bayansal

Hiç yorum yok: