17 Ağustos 2010 Salı

DENGE

“Can hali delilik halidir. Ortada savunulacak bir dirilik varsa bu ancak delirmekle müm-kündür. Öyle ki akıl, cana kast edildiğinde bir an için, içine düştüğü yanılsama halinden kur-tulur ve hakikate şahit olur. Firavunu hatırla. Kızıl denizin bulanık suları onun canına kast ettiğinde “senin rabbine bende inandım ya Musa!” diye bağırmadı mı? O Yusuf’un kar-deşleri değil mi açlık can özlerini kuruttuğunda deliliklerinden kurtulup yine Yusuf’un kapısına düşe? Can hakikatini örten akıl bir delilik yaratır. Ne zaman ki can aklın önüne geçer ancak o zaman delilik yerini şahitliğe ve ber-raklığa bırakır.”


I

Gözlerindeki korkuyu göstermemek için sürekli önüne bakı-yordu. Ara sıra karşısındaki duvara düşen gölgelere gözü takılsa da korku bütün bedenini öyle bir sarsıyordu ki gözlerini derhal ayak parmaklarına çeviriyordu. Koridordan gelen yankılı sesleri dinliyordu bir yandan. Oda da yalnız olduğunu biliyordu fakat demir kapının mazgalından içeriye sızan ışık ve sürekli kapının ardında onu gözle-yen gözcünün dikkati onun üzerindeydi. Hâlbuki böyle odaların du-varlarının beyaz olduğunu sanırdı. Demek ki insan hiçbir zaman düşmeyeceğini bildiği için rahatlıkla hayal edebiliyordu. Belli ki hayal ederken de biraz torpil geçiyordu. Beyaz duvarlar, güzel bir yatak, komedin hatta belki oturup bir iki satır yazmak için bir masa ve sandalye. Tastamam bir otelin hayalini kurmuş olduğunu fark etti. Belki orayı görmemiş olanlar için akıl hastanesi bir otel izlenimi yaratabilirdi ancak onun için şuan cehennemin tam orta yeriydi.
Gece uzun olacaktı. İlk gece olmasından kaynaklandığı ko-nusunda tombul parmaklı hemşire oldukça ikna edici bir konuşma yaptıysa da o hiç ikna olmamıştı. Bütün gecelerin en az bu gece ka-dar uzun olacağından adı gibi emindi. Üstelik akşamüstü getirilmişti buraya ve bahçe saati geçmişti. Geçerken orta kısımdaki büyük sa-londa da kimseyi görmemişti. Sadece hemşirenin odasındayken pen-cereden bahçedeki görüş alanında iki üç kişi görmüştü ama onların hasta olup olmadıklarını anlayamamıştı. Şimdi bu gecenin kör vak-tinde koridordan gelen tuhaf çığlıklar eşliğinde arkasını küçük maz-gallı demir kapıya dönmüş ve gözlerini ayak parmaklarına dikmişti. Dışarıdan kesinlikle deli gibi göründüğüne emindi. Hoş akıl hastane-sindeydi ya, o kısmı tekrar düşünmek istemedi.
Girdiği odanın belli bölümlerini göremiyordu. Çünkü hasta bakıcılar onu cezalandırmak için ışığı yakmamıştı. Her ne kadar ilk getirildiğinde oldukça sakin olsa da doktorun odasından çıkıp tecrit-lerin olduğu koridora girdiği anda feryadı koparmış ve can havliyle kaçmaya çalışmıştı. İki iri yarı hasta bakıcıda onu kollarından kavra-dıkları gibi odaya tıkmış kapıyı da üzerine kilitlemişlerdi. Bir süre içeride feryat ettikten sonra sesi kesildiğinde bir hastabakıcı gelmiş ve ışıkları yakmayacağını, bir daha da böyle taşkınlık yapmaması gerektiğini söylemişti.
Gacırdayan yatağın üzerinde hafifçe ileri geri sallanmaya başladı. Çıkardığı taşkınlığın nedenini düşünüyordu. Çünkü bir sani-yesini bile hatırlamıyordu. Elbette yaptığı her şeyi hatırlıyordu fakat hangi duygudan yola çıkarak öyle bir taşkınlığa başvurduğunu bir türlü hatırlayamıyordu. Korku olsa gerek diye düşündü. Ama şimdi de korkuyordu. Şimdi neden öyle bir kuvvet hissetmiyordu. Korku-dan dizleri titriyordu. İşte yine takılıp kalmıştı aklı. Sürekli o nedeni düşünecekti. Bunu günlerce sürdürebilirdi. Bir konunun etrafında günlerce düşünebilirdi. Hatta bazen sanki hiç düşünmemiş gibi bir süre sonra tekrar aynı düşünceleri tam da aynı sırayla yeniden düşü-nürdü. Deliliğinin buradan geldiğine emin gibiydi. Deli olduğunun farkındaydı. O kadar farkındaydı ki deliliğini tamamen kendisinin uydurduğuna inandığı için asıl bunu uyduran deliliğini göremiyor, dolayısıyla akıllı olduğunu varsayan çoğunluğun önünde deli duru-muna düşüyordu. Sonuçta deliydi. Birinin canını korumak için bir anlığına deliliğinden kurtulmuş gözünün önünde dönen her şeyin gerçekliğine tanık olmuştu. Elbette bu onu suçluların en beteri haline getirmişti. Çünkü artık hakikati görmüş biriydi. Tanrının ya da do-ğanın adaletinde tanık sandalyesinde oturması gerekirken, akıllıların düzeninde idam mangasının önünde yürüyordu.

II

Burcu çenesinin ve kol bileğinin ağrısını aynı anda duyumsa-yarak uyandı. Olduğu yerde irkilerek bir an doğrulup etrafına baktı. Sonra önündeki sarmal bulmacayı gördü. Çözmeye hep iç kısmından başlardı. Yine öyle yapmıştı fakat birkaç sorunun sonunda elini yumruk şeklinde koyduğu çenesinde uyuya kalmıştı. Ne kadardır uyuduğunu düşündü. Sonra da kolundaki ve yüzündeki ağrıyla doğru orantılı olarak epeyce olmuş diye karar verdi. Tam karşısında ki büyük, gösterişsiz duvar saatine baktı. Gece yarısını geçeli iki saat olmuştu. Sonra oturduğu bankonun arkasından kalktı. İyice bir gerin-dikten sonra bankonun ön tarafına geçti.
Geceleri yoğun bakımı sevmiyordu. Gündüz nöbetleri her yönüyle daha iyiydi onun için. Birincisi sıkılmıyordu, ikincisi de bir terslik olduğunda çevrede bir sürü doktor ve hemşire bulunabiliyor-du. Gece nöbetlerindeyse yalnızca kendi vardı. Acil bir şey olduğun-da nöbetçi doktoru arıyordu. Doktor da genelde ya acil serviste takı-lıyordu ya da doktor odasında uyuyordu.
Hemşireliğe başlangıcının ikinci yılında; o zamanlar çalıştığı hematoloji kliniğinde kat başhemşiresi, ona yoğun bakıma geçmesini tavsiye etmişti. Birkaç ay sonra da Burcu kendi rızasıyla yoğum ba-kım servisinde çalışmak istediğini ve o alanda uzmanlaşmak istedi-ğini belirten bir dilekçeyle hastane yönetimine başvurdu. Çok geç-meden de Burcu’yu yoğun bakım servisine aldılar. İlk yılında sadece gündüz nöbetlerinde tecrübeli hemşirelere yardımcı oldu. Ardından yine kendisine gündüz nöbeti verdiler. Kendisi gibi üç hemşireyle mesai saatinin tamamını yoğun bakımdaki hastalarla ilgilenerek ge-çiriyordu. Daha sonra da işte o hiç sevmediği gece nöbetleri başladı. Üstelik son dönemlerde gece nöbetleri iyice sıklaşmıştı. Çünkü yo-ğun bakım servisinde yeteri kadar tecrübeli hemşire olmadığından Burcu gün aşırı nöbete kalmak zorunda kalıyordu. Hatta hafta dö-nümlerinde yirmi dört saat çalışıyordu.
Burcu elindeki kalemi bankoya bıraktı. Sonra yavaş adımlarla serviste yürümeye başladı. Oldukça büyük bir alanda yataklar sıralı bir şekilde sağa sola yerleştirilmişti. Her yatağın üstünde sürekli öten ve hastanın yaşamsal fonksiyonlarını gösteren büyük monitörler vardı. Banko bu sıralı yatakların tam ortasına denk geliyordu. Ünitenin yarısı boş olduğundan ışıkların bir kısmı sönüktü. Bu servise daha da kasvetli bir hava kazandırıyordu. Üstelik soğuktu da. Burcu yatakların oluşturduğu koridorda servisin sonuna kadar gitti. Nihayet o hiç girmek istemediği karantina yatağının önüne gelmişti.
Buraya karantina yatağı diyorlardı çünkü etrafı kalın bir mu-şambayla kaplıydı. Genelde enfeksiyon kapma riski olan hastaları koydukları bir yerdi burası ve görüntüsü Burcu’yu tedirgin etmeye yetiyordu. Çoğunlukla boş olurdu fakat şuan doluydu.
Yatakta Muzaffer isminde akciğer kanserli bir hasta yatıyor-du. Altmışlarındaydı. Daha önce üç kez ameliyat olmuş fakat ciğer-lerindeki tümörler üremeye devam etmişti. Son ameliyatı çok zorlu geçmişti. Enkaz halindeydi. Şef doktor ilk getirdikleri gece, geceyi zor çıkaracağını söylemişti. Sabaha herkes ölümünü beklerken Mu-zaffer dayanmıştı. Şimdi dördüncü gecesiydi ve hala hayattaydı. Kontrollerde durumunda bir iyileşme olmasa da Muzaffer hayatta kalmaya devam ediyordu.
Muzaffer’in Burcu’yu korkudan bir görüntüsü vardı. Ona in-ternette dolaşan Afrikalı aç çocukların fotoğraflarını hatırlatıyordu. Oldukça zayıf ve küçücük kalmış bir beden ve vücuduna oranla daha büyük, kel, benekli bir kafa. Ayrıca herhangi bir şeyden enfeksiyon kapmaması için Muzaffer çıplak yatırılıyordu ve bütün yaraları göz önündeydi. Yara izi Burcu’yu pek etkilemezdi fakat nedense Muzaf-fer’in görüntüsünden ürküyordu. Bu kesinlikle bir iğrenme değildi. Basbayağı korkuyordu.
Burcu dış muşambanın kenarına asılı ince maskelerden birin alıp ağzına taktı. Muşambayı fermuarından açarak çevik bir hareketle içeri girdi. Yatağının başına giderek morfin durumunu kontrol etti. Muzaffer’i ağrılarından uzaklaştırmak için sürekli morfin takviyesi yapılıyordu. Bu da seruma benzer bir düzenekle doğrudan kanına verilerek yapılıyordu. Burcu gece boyunca arada gelip morfinin du-rumunu kontrol ediyordu. Bittiğinde yenisini takıyordu. Ancak şuan öyle bir şeye gereksinim yoktu çünkü morfin şişesinin yarısı doluydu.
Burcu kısa bir süre Muzaffer’e baktı. Ardından solunum ci-hazının inip çıkan pompasına dikti gözlerini. Aslında onu bu zor durumdan kurtarmak ne kadar da kolaydı. Altı üstü bir fiş ve takılı olduğu priz. Kesinlikle fişi çekmeyi düşünmedi. Bunu düşünmemiş olmasının nedenini bile düşünmeyecekti sonraları fakat bunun yerine tanrıyı düşündü. Nasılda diri tutuyordu bunca insanı. Üstelik ortada ne fiş vardı ne de priz. Bir an için elini kabine götürüp yüreğini his-setmek istedi ancak sonra bunun aşırı tepki vermek olduğunu düşü-nüp vazgeçti.
Hemen toparlanıp odadan çıktı. Ağzından maskeyi çıkarıp muşambanın önündeki küçük çöp kovasına bıraktı. Sonra muşamba-nın fermuarını çekerken can yakan bir inleme duydu. Öyle bir inleme ki Burcu’nun bugüne kadar hiç duymadığı cinsten. Halbuki ne kadar da çok inleme duymuştu. Bu hiç birine benzemiyordu. İlk sesi duyduğu anda karnının orta yerinden bir şey fırlayıp gırtlağını dü-ğümledi. O güne kadar hiç o güçlü bir ağlama isteği bu kadar çabuk bir şekilde gelmemişti. Gözleri doldu. Ağlayamıyordu. Çünkü o ka-dar çok ağlamak istiyordu ki ağlayamıyordu. Nasıl ki bir huninin ağzına bir şeyleri birden devirirsiniz ve tıkanır. İçindeki ağlama isteği de aynen öyle tıkanmıştı. Elleri titreyerek muşambanın fermuarını açtı. Maskesini takmayı unutarak kafasını hafifçe içeri soktu. Mas-kenin bulanık görüntüsü geçtikten sonra yatağında gözlerini ve dişle-rini sıkmış şekilde yatan Muzaffer’i gördü. Uyanmıştı. Burcu, şaşkın gözlerle Muzaffer’e baktığı sırada Muzaffer aynı şiddette ve ürkütü-cülükte bir çığlık daha kopardı.

III

Burnuna gelen kokuyu yeni fark ediyordu. Bir anda kusacak gibi oldu. Hayatında bu kadar iğrenç bir koku almamıştı. Bu ne sidik kokusuna benziyordu ne de başka bir şeye. İlaç belki ama ilaç koku-larının çoğunu bilirdi. Bu bambaşka bir şeydi. Sonra belki de bulun-duğu şartlardan dolayı öyle hissettiğini düşündü. Çünkü karanlıkta oturuyordu ve akıl hastanesindeydi. Sonuçta dışarıda kötü olan bura-da milyonlarca kat daha kötüdür.
Kokunun nereden geldiğini anlayabilmek için şöyle göz ucuyla etrafına bakındı. Karanlığın görebildiği kadarında bu kokuya neden olabilecek bir şeye rastlamadı gözleri. Aslında oturduğu pas-lanmış yatak dışında neredeyse hiçbir şeye rastlamadı. Ama dayanı-lacak gibi değildi koku. Yine öfkesinin tırmandığını hissediyordu. Engel olamıyordu kendine. Ellerini sertçe yatağın kenar demirlerine koydu. Avuç içleri acımıştı. Fakat o an acının öfkesine karşı koydu-ğunu fark etti. Bir süre duraksadıktan sonra hızla ellerini kaldırıp sertçe yatağın demirine vurmaya başladı. Her seferinde daha sert, daha güçlü vurdu. Elini her indirdiğinde bir şangırtı çıkıyor, yatak taş zeminde gacırdayarak küçük küçük kayıyordu. Sonra hızla kafasını demir kapıya çevirdi. Gözleri kanlanmış ve öfke dolu bakıyordu. Yerinden kalkıp çevik bir hareketle yatağı önünden çekti. Hızlı adımlarla kapıya gidip kanlı elleriyle kapıyı tokatlamaya başladı. Ardından kontrolsüzce bağırmaya başladı. Söylediklerinden bir şey anlaşılmıyordu. Sanki ağzını açmak istemiyordu ama yine de bağırı-yordu. Sesi homurtulara karışmış çığlıklar gibi kararsız bir şekilde çıkıyordu. Hiç acı hissetmiyordu artık ancak kapıyı tokatlamaktan da kendini alamıyordu.
Nihayet iki görevli koridorun kapısını şangırtılarla açtılar ve koşarak kapının önüne geldiler. Bir tanesi hızla kapıyı açmaya çalı-şırken diğeri mazgalın alt kısmında bir enjektöre sakinleştirici çek-meye çalışıyordu. Sonra kapı açıldı ve hızla içeri girdiler.

IV

Burcu çocukluğundan beri yalnız olmayı sevmişti. Şehre gel-diğinde de hastanedeki hemşirelerin birçoğu onunla aynı eve çıkmak istediyse de o hep yalnız olmayı tercih etti. Zaten erkeklerle de arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Güzel olmasına güzeldi ama yetmediğini kendisi de çok iyi biliyordu. Hastanede bile çok arkadaşı yoktu. Ge-nelde vardiyasında ki hemşirelerle vakit geçirirdi. Uyumlu biri ve çekingen biri olduğu için insanlar onu severdi ama yine de arkadaş edinmekte başarılı sayılmazdı. O nedenle kendiyle bol vakit geçirirdi. Hatta kafasında sürekli konuşup zaman zaman hoş sohbetler ettiği bir arkadaşı bile vardı. Ancak şimdi durum biraz farklıydı. Hayatı boyunca hiç bu kadar konuşmaya ihtiyaç duymamıştı. Yaşadığı son birkaç saat onu iyiden iyiye yıpratmıştı.
Bankosunda oturuyordu. Muzaffer’in çığlıkları her geçen saat sıklaşıyor ve daha da yaralayıcı oluyordu. Tahammül edemediğini hissediyordu. Çünkü Muzaffer’in ciğerlerinden kopan her çığlık Burcu’nun önce aklına sonra da kalbine saplanıyordu. Tam da böyle bir çığlığın ardından Burcu telefonu kaldırıp acil servisteki nöbetçi doktoru aradı. Doktor bir saat önce verdiği cevabın aynını vererek Burcu’yu başından savdı. Nasılsa ölecek diye düşündü Burcu. Kimse umursamıyor. Halbuki o çığlıkları duyan kendisiydi. Doktorun söy-lediği gibi Muzaffer’in morfinini bir doz daha arttırmak için yerinden kalktı. Servis şuan ona daha da bir kasvetli görünüyordu. Yatakların yanından geçerken Allahtan kendinde olan hasta yok diye şükretti. Diğer yandan bu durum onu biraz da üzdü. Evet yalnızlığı seviyordu ama aklındaki yalnızlık böyle bir yalnızlık değildi. Yavaş adımlarla Muzafferin yattığı muşambayla çevrili yatağa doğru yürüdü. Bu kez maske takmayı unutmamalıydı. Çünkü son iki seferdir odaya her girişinde acele ettiği ve oradan bir an önce kaçmak istediği için unutmuştu. Her adımını biraz daha yavaş atıyordu. Elleri titriyordu.
Muşambanın önüne geldiğinde elini maskelere götüreceği sı-rada birden Muzaffer’in artık çığlık atmadığını fark etti. İrkildi. Ne kadar süredir çığlık atmıyordu acaba Muzaffer? Çünkü bu sessizlik ona çok tanıdık gelmişti. Belki de ölmüştü. Biran için acaba sesleri kendi uyduruyor olabilir mi diye düşündü. Olur mu canım öyle şey doktor da gelip bakmıştı. Morfinini arttırmıştı. Sonrasında da biraz sakinleşmişti sanki Muzaffer. Tekrar ne zaman çığlık atmaya başla-dığını bir türlü hatırlayamadı. Kısa bir süre bekledi. Gerçekten de muzafferin çığlıkları kesilmişti. Yine de girip bakmalıydı. Ölmüşse bile yapılacak bir sürü iş vardı.
Yavaşça muşambanın fermuarını açtı. Tam içeri gireceği sı-rada maskeyi hatırladı. Elini uzatıp tek eliyle maskeyi aldı ve usta-lıkla tek elini kullanarak yüzüne taktı.
Muzaffer öylece uzanmıştı. Baygın gibiydi. Monitörlerdeki değerler ise normaldi. Yani Muzaffer’in normaline göre normaldi. Burcu derin bir nefes aldı. Yavaş adımlarla yeniden Muzaffer’in yanı başına kadar gelerek morfinini kontrol etti. Tam döneceği sırada Muzaffer kıpırdanır gibi oldu. Burcu irkilerek gözlerini ona dikti. Muzaffer gözleri kapalı sol tarafına doğru dönmüştü. Burcu, Muzaf-fer’in kolunun altında serum borusunun sıkıştığını fark etti. Sonunda Muzaffer’e dokunmak zorunda kalacağından korkuyordu. Ama bu durumda yapılacak pek bir şey yoktu. Diğer yandan bu durum Bur-cu’nun delirmediğinin sağlaması gibiydi. Çünkü Muzaffer inlerken olduğu yerde dönmüş ve boruyu sıkıştırmıştı. Dolayısıyla Muzaffer inlemişti. Yine de içindeki korkuya dur diyemiyordu. Yavaşça elini muzafferin koluna uzattı. Diğer eliyle boruyu tuttu. Muzafferin ko-lunu nazikçe kavradı. Hafifçe kaldırdıktan sonra boruyu kolunun altından kurtardı. Aynı nezaketle kolunu yerine bırakacağı sırada Muzaffer aniden sıçradı ve diğer eliyle Burcu’nun kendi kolunu tu-tan kolunu yakaladı.
“Allah’ını seviyorsan fişi çek, dayanamıyorum”.

V

Sakinleştirici iğneyi yedikten sonra biraz altına kaçırmıştı. Daha sonraları ilk aldığı sidik kokusunun da kendisinden geldiğini söyleyecekti hemşireler ama inanmayacaktı. Buna hakkı da vardı. Deliydi. Deliliğin insana öyle bir özgürlük verdiğini söylerler. Neye istiyorsan ona inanırsın. Çünkü gerçeklik artık senin için geçerli de-ğildir. İleride Bunun üzerine düşündüğünde şöyle bir sonuca vara-caktı. İnsanlar sahte bir gerçekliğe inandırılıyorsa ve gerçekten kendi kadar habersizlerse o zaman onlarda delidir. Ama kendisi deliliğin rahatlığını kullanacak değildi. Düşünmeyi seviyordu. Elbette ilk za-manlar zor olacaktı. Çünkü hatırı sayılır miktarda uyuşturucu vere-ceklerdi bünyesine ama o yine de düşünmekten vazgeçmeyecekti. Başka yapacağı ne vardı sanki?
Müdahale odasından çıkardıklarında ayakta zor duruyordu. Bir anda aklı nasılda karışmıştı. El ve ayak bileklerinde ince bir sızı vardı. Ellerinin içini saymıyordu çünkü onun nedeni biliyordu ama bilekleri neden sızlıyordu ki?
Kaldığı odaya gittiğinde ışık yanıyordu. Artık verdikleri sa-kinleştiricinin etkisinden mi yoksa aydınlıkta farklı mı görünüyordu tam anlayamamıştı ama oda çokta kötü değildi. Bazen uydurduğunu bildiği için üzerinde çok durmadı. Sonuçta koşullar kötüydü diye geçirdi içinden. Yatağına yattığında yatak gerçekten gıcırdıyordu. Gülümsedi. Normal şartlarda orada ne kadar kalacağını sorgulardı fakat şuan verdikleri sakinleştirici onu öylesine gevşetmişti ki, sadece çatlak kireç boyalı tavana bakarak uyumak istedi. Ertesi sabah kalktığında sadece koridordaki demir kapının kapandığını hatırlaya-caktı. Bir de iyi bir uyku çektiğini.

VI

Burcu öylesine büyük bir korku yaşamıştı ki biran için dizle-rinin tutmadığını hissetti. Başının en tepe noktasındaki saç telinden ayak tırnaklarına kadar titredi. Korkuyla Muzaffer’in yüzüne bakı-yordu. İçinin titremesinden ne ağzını açacak hali varda ne de kolunu kurtaracak. Bu sırada Muzaffer öncekilerinden çok daha beter bir inleme kopardı. Artık Burcu’nun gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Aklın bomboştu. Kolları ve bacakları kaskatı kesilmişti. Muzaffer ani bir hareketle kızın kolunu bıraktı. Kendini yatağa bastırarak sırtındaki ağrıyı hafifletmeye çalışıyordu. Tekrar, biraz daha zayıf bir çığlık atarak gevşedi. Ardından konuşmaya başladı.
“Bütün günahı benim kızım. Allah sana divanında sorarsa amca beni zorladı dersin. O her şeyi görür ya, sen yine de söylersin. Kurtar beni. Dayanamıyorum artık.”
Ardından nefesi kesildi. Bir süre baygınmış gibi olduğu yerde gözlerini kapattı. Ardından yavaşça gözlerini açıp Burcu’nun gözle-rini aradı. Kız gözlerini Muzaffer’e dikmiş gürül gürül yaş akıtıyordu. Sonunda bacaklarını hissedebildi. Derhal bir adım geri attı. Ama hala cevap verecek takati yoktu. Hoş ne diyeceğini de bilmiyordu ya neyse.
Şaşkınlığı bir hezeyana dönüşüyordu. Aklını hissedebildiği anda bazı sesler duymaya başladı. Tanıdık sesler. Sanki bir tartışma-nın tam ortasındalar gibi. Burcu’nun fişi çekip çekmeyeceğini tartı-şıyorlardı. Birileri bu işin kanlı biteceğine kesin gözüyle bakıyordu. Kimisi kızın doğasını tartışıyordu. Kimiyse tamamen çekmesi gerek-tiğini savunuyordu. Burcu güç bela ellerini başına götürdü. Ellerini kafatasından içeri sokup bu konuşmaları yaratan beynini avuçlarının arasında parçalamak istiyordu. Bir adım daha geri sekti. Başı dönü-yordu. Aklını hissediyordu ama düşünemiyordu. Kontrolünü kay-betmişti. Sonra Muzaffer’e arkasını döndü. Başını öne eğdi. Bu dav-ranışları istemsiz yapıyordu. Belli ki aklı kendini korumak için çır-pınıyordu. Böyle bir korku, peki ya Muzafferin arzusu?
Tam o anda fark etti Muzaffer’in ne istediğini. İrkilerek tekrar yaşlı adama döndü. Artık gözlerini germiş soran gözlerle yaşlı adama bakıyordu. O an burnuna iğrenç bir koku geldi. Tarifsiz bir kokuydu bu. Onu asıl korkutan iğrençliği bir yana ona tanıdık geliyor olmasıydı. Nasıl bu derece tiksindirici bir kokuyla muhatap olmuş olabilirdi? Midesi ağzına geldi. Tuttu kendini.
Adam kızın sorgu dolu bakışlarını acıları arasından fark etti. Elini güçlükle kaldırarak kıza doğru uzattı.
“Bak bu elde can kalmış mı? Ben mezara girmişim kızım, altı üstü üzerime biraz toprak atacaksın”.
Her kelimenin sonunda cazırdayarak öksürüyor, her öksürük-ten sonrada inliyordu.
Burcu hızlı bir hareketle yanaklarındaki yaşları sildi. Davra-nışları büsbütün değişmişti. Az önceki tutuk kız gitmiş yerine kont-rolsüz hareketler yapan bir kız gelmişti sanki. Elbette Muzaffer bu durumu fark edecek durumda değildi. Burcu uzunca bir süre saçlarını düzelttikten sonra ellerini cebine götürüp muşamba odanın içinde kendi etrafında bir döndü. Sonra yüzünde keskin ve sinir bozucu bir gülümsemeyle Muzaffer’e yanaştı.
“Ne istiyorsun amca?”
Muzaffer acı içinde sessizce inledikten sonra isteğini yineledi. Burcu’nun yüzündeki gülümseme yerini belirgin bir sırıtmaya bıraktı. Artık daha da sinir bozucuydu. O an kendini dışarıdan görse kendinden nefret ederdi. Ama tıpkı aklı gibi yüz kasları da kendi kontrolünde değildi. Ne yaptığından habersizdi. Birkaç çevik adımla yatağın diğer yanına geçti. Artık solunum cihazıyla arasında sadece yarım kulaçlık bir mesafe vardı. Elleri cebinde kapatma düğmesi ise hemen karşısındaydı. Fişi çekmesi bir işe yaramazdı çünkü cihazın kendi güç kaynağı vardı ve fişi çekildikten sonra bile saatlerce çalı-şabilirdi. Elektrik kesintilerine karşı önemli bir özellik olduğunu düşünecekti sonraları ama o an için umurunda olmadı. Bir süre sade-ce iş olsun diye cihazı inceledi. Hatta bundan keyif aldığını bile dü-şünerek iyice keyiflendi. Durumun gerçekliğinden iyice kopmuştu artık. Sadece ortada eğlenceli bir iş vardı. Üstelik kafasındaki o ko-nuşmaları susturacak bir iş. Ellerini cebinden çıkardı. Avuçlarını birbirine sürttükten sonra sağ işaret parmağı kapatma düğmesine bastı. Makine bir kez öterek monitöründe İngilizce bir soru sordu. Şüphesiz bağlı olduğu canlının hala diri olduğunu ve kapatma komu-tunda ısrarlı olup olmadığını soruyordu. Kapanması için yapması gereken kapatma düğmesine tekrar basmaktı. Son kez başını Muzaf-fer’e çevirip baktı.

VII

Uyandığında sabah olacağını düşünüyordu ama öyle olmadı. Hala geceydi. Ama sakinleştiricinin etkisi geçmişe benziyordu. İçin-de yoğun bir endişe hissediyordu. Yerinden doğrulmak istedi. İşte şimdi vücudunun her yeri gerçekten ağrıyordu. Ne vardı sanki o ka-dar boğuşacak diyerek kendine sitem etti. Acılar içinde doğrulduktan sonra bir süre yatağında ağrılarının dinmesini bekledi. Şimdi etrafı gerçek haliyle görüyordu. Sararmış duvarlar, odanın köşesinde boya-ları dökülmüş bir kapı vardı. Tuvalet olsa gerekti ama ne olduğunu da merak etmedi. Sonra bir kere daha dışarıdakiler burayı bir otel odasına benzettiklerini anımsadı. Benzer tarafları yok değil. Şimdi daha iyi anlıyordu. Yatak vardı. Duvarlar sarımtıraktı ama bir za-manlar beyaz olduğuna emindi. Ayrıca masa olmasa da bir sandalye vardı. Bir de komedin eksikti ama zaten yanlarına bir şey vermedik-leri için ihtiyaçta yoktu. Yataktan inip sandalyeye oturmak istedi. Nedense içinde sandalyeye karşı derin bir özlem vardı.
Kollarında ve bacaklarındaki kayış izleri geçmişti. Hafif sızı-ları duruyordu ama önemli değildi. Ellerinin içi daha çok sızlıyordu. Sandalyeye güçlükle oturdu. Kalçaları ve bacakları hamlamıştı. Kol-larını neredeyse kıpırdatamıyordu. Birden kesik bir kahkaha attı. Ak-lından günlük sporunu da yaptığını geçirmişti.
İnce delikli, demir mazgallı pencereye doğru baktı. Arkası pek görünmüyordu. Bazı ışıklar vardı. Binanın neresinde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Hiçbir fikri yoktu. Bu gördüğü ışıklar şehrin ışık-ları mıydı yoksa bina içinde başka ışıklar mı kestiremedi. Kalkıp bak-maya da üşenmişti açıkçası. Hem nereyi gördüğünün ne önemi vardı. Hatta şehir görünmese iyiydi. Çünkü mutlaka bir gün bakıp iç geçireceğini biliyordu. Çok gezip tozmaya düşkün olmamıştı ama kapalı kaldığında insan her şeyi özlerdi. Öyle okumuştu kitaplarda.
Yerinden kalkıp yatağına geçti. Gacırdayan ve ne olursa olsun onu ret etmeyecek yatağına. Saniyenin binde biri sürede bunu düşündü. Yatak onu asla ret etmezdi. Fakat sonra zaten bugüne dek hiç bir şeye başvurmadığını hatırlayıp o düşünceyi savuşturdu. Zaten artık resmi bir deliydi. Bu saatten sonra hiçbir yere başvuramazdı.
Yeniden ağrılar içinde yatağına uzandı. Bir sonraki uyanışın sabah olması ümidiyle gözlerini yumdu.

VIII

Muzaffer kızın parmağının ikinci dokunuşu yapmasını bekli-yordu. Burcu yüzündeki rahatsız edici ifadeyle Muzaffer’e bakıyor-du. Tam başını öne dönüp parmağını ikince kez düğmeye dokundu-racağı sırada birden yüzü değişti. Kaşlarını çattı. Yüzündeki ifadeyi üzüntü bürüdü. Endişeyle doğruldu. Aynı çevik ve kontrolsüz tavır-larla olduğu yerde bir kere zıplayıp elini ağzına kapattı. Gözlerinden yine yaşlar gidiyordu.
Muzaffer bu kez şaşırmıştı. Çünkü kısa bir süre için gerçekten düğmeye basacağına inanmıştı. Bütün sancılarından kurtulacaktı. Ne olmuştu da bu genç hemşire bir anda ayağa kalkıp ağlamaya baş-lamıştı? Muzaffer iki acı dalgası arasında kızın ağlayan yüzünün tanı-dık geldiğini düşündü. Onu nerede ağlarken görmüş olabilirdi ki? Nihayet gelen yeni bir acı dalgası bütün bu düşünceleri aklından alıp götürmüş yerini tek istediği şeye bırakmıştı. Attığı çığlıktan kalan azıcık nefesle kıza son kez yalvardı.
Ameliyat esnasında Muzafferin sağ kürek kemiğinin altından boynuna kadar keserek akciğerinin sağ lobunu temizlemişlerdi. Ope-rasyondan sonra kürek kemiği ve kaburganın kaynaması içinse sır-tından göğüs kafesine doğru ince çelik teller çekmişlerdi. Böylelikle sarsıldığında teller sayesinde ameliyat bölgesi ve dikişler zarar gör-meyecekti.
Burcu eli ağzında, yaşlardan bulanıklaşmış gözleriyle Muzaf-fer’in sırtına bakıyordu. Çünkü o tellerden biri atmış ve Muzaffer’in sırtındaki dikişlerin arasından hafifçe kan sızıyordu. Belli ki acıdan kıvrandığı esnada dikişlerine zarar vermişti.
Burcu aynı kontrolsüz tavırlarla hızlıca yatağın diğer başın-daki acil müdahale arabasına giderek alt çekmecelerden Batikon ve gazlı bez aldı. Artık sesli, hüngür hüngür ağlıyordu. Tekrar yatağın diğer tarafına gelerek yanına doğru uzanmış Muzaffer’in sırtının dibinde yere çöktü. Gazlı bezin ucuna biraz Batikon sürerek dikiş-lerdeki kanı temizlemeye başladı. Bu sırada Muzaffer ciğerleri par-çalanırcasına bir çığlık attı. Arkasından Burcu ondan daha can yakan, daha şiddetli bir çığlık attı. Bir yandan yarayı temizliyor, bir yandan hıçkırarak ağlıyor bir yandan da Muzafferin her inlemesi üzerine bir çığlık koparıyordu.
Çok geçmeden Burcu ve Muzaffer’in çığlıklarına yoğun ba-kımda yatan bütün hastaların monitör sinyalleri de karışmıştı. bütün monitörler acil durum sinyali veriyordu fakat Burcu, Muzaffer’in yarasına öylesine kilitlenmişti ki hiç bir şey duymuyor yalnızca mu-zaffer çığlık attığında arkasından çığlık atıyor ve yüksek sesle ağlı-yordu.
Burcu tek bir şey düşünüyordu. O yara temizlenmeliydi. Çünkü enfeksiyon kaparsa Muzaffer ölebilirdi. Burcu, Muzaffer’in ölmek için yalvardığını çoktan unutmuştu. Yaşamaya hakkı vardı ve Burcu’nun görevi ona bu hakkı kullanmasında yardımcı olmaktı.
O kadar şiddetle yarayı temizliyordu ki bütün dikişler attı. Artık daha çok kan akıyordu. Burcu’nun elleri, kolları hatta önlüğü-nün önü kan olmuştu. Durduramıyordu. Bu sırada muşamba odanın fermuarı açıldı. Nöbetçi doktor heyecanla içeri girerek yerde kanlarla mücadele eden Burcu’ya sarıldı ve yerden kaldırdı.

IX

Doktorun odasında otururken kısa bir süre geçtiği koridorların genişliğini ve soğukluğunu düşündü. Doktor henüz gelmemişti. Belli ki sabah trafiğine takılmıştı. Şehrin trafiği beterdi. Yine de keyfi fena sayılmazdı. Nitekim sabahı görmek için uyuduğu ikinci uykusunda istediği olmuştu ve görevli onu kaldırdığında sabahtı. Sabah sabah içtiği bir avuç dolusu ilacın da etkisi olabilirdi ama o sabah uyandığı için olduğuna inanmak istedi. Belki akıl hastanesi anlatıldığı kadar kötü bir yer değildi.
Doktor yarım ağız bir günaydınla içeri girdi. Nihayetinde gü-naydın dediği kişi bir deliydi. Bunda alınacak yada gücenecek bir şey yoktu.
Yerinde doğruldu. Doktorun ceketini çıkarıp hızlı bir şekilde beyaz önlüğü sırtına geçirişini izledi. Sonra da gelip tam karşısındaki kendi oturduğunda daha fiyakalı olan sandalyeye oturdu. O sırada elinde tuttuğu dosyayı gördü. Ne ara aldığını fark etmemişti. Doktor dosyayı açıp gömleğinin cebinden bir kalem çıkardı. Üstündeki açma kapama düğmesine dört defa bastı. Sonra yarım bir gülümsemeyle ona döndü.
Şimdi her şeyi baştan anlatması gerekiyordu. Nereden başla-yacağını bilemedi. Bir süre doktorun gömleğindeki belli ki ceket yüzünden tüylenmiş yerleri inceledi. Sonra derin bir nefes alıp an-latmaya başladı.
Yıllar sonra bu konuşmayı hatırladığında sanki saatlerce an-latmış gibi hissedecekti. Ne doktorun adını hatırlayacak ne de neler-den bahsettiğini anımsayacaktı. Yine de hayatında yaptığı en uzun konuşma olarak bazen aklına gelecekti. Ha bir de doktorun verdiği komik ifadeleri hatırlayacaktı. Dinlediğini belli etmek için yüzünü soktuğu o şekilleri. Kendini aptal gibi hissetmesini sağladıysa da çok üstünde durmamıştı. Neticede keyifli bir konuşmaydı.
Nihayet her şeyi anlattığında doktor derin bir nefes aldı. Ka-lemini yine dört defa açıp kapadıktan sonra aldığı yere iliştirdi. Elin-deki dosyayı yavaşça kapatıp yerinden kalktı. Masasına geçip başka bir kapıda bir şeyler yazdı. Sonra ciddi bir ifadeyle onu bir süre mi-safir edeceklerini söyledi.
Bu artık odasına gidebileceği anlamına geliyordu. Yüzünde bir gülümsemeyle yerinden kalktı. Minnettar bakışlarla doktora selam vererek oda kapısına yöneldi. O sırada aklına bıçak kadar sivri bir soru saplandı. Tam kapının önünde kalakaldı. Bir süre önüne bakarak düşündü. Sonra yüzünde korkutucu bir ifadeyle başını kaldırdı. Yavaşça doktora döndü ve sorusunu sordu.
“Gerçekten Muzaffer diye biri var mıydı, yoksa ben mi uy-durdum?”




************




Bünyamin Bayansal
Mayıs ’10 - İstanbul

Hiç yorum yok: